Komşuda pişer bize de düşer

Eskiden evde pişenden yan komşuya tattırmak, sonra da tabağınıza koyulmuş yepyeni bir lezzetle bir gün komşunuzu kapıda buluvermek o kadar da ender bir şey değildi. Tabağınız elimde kapınızı çalıyorum... Bakalım bu size ne kadar tanıdık gelecek, komşuda pişenden size ne düşecek?!...

Çarşamba, Mayıs 31, 2006

Şimdi tam Kapari zamanı - devamı

Her bir tanesi birer gül goncası gibi olan, yıkanmış ayıklanmış kapari taneleri... Ne kadar küçükse taneler o kadar iyiymiş. Tazecik, yemyeşil, hem mutfağımızı hem de ellerimizi mis gibi kokutan, doğanın bize karşılıksız sunduğu mucizevi tatlardan biri... Akdeniz ikliminin görüldüğü yerlerde doğal olarak yetişen, çok yıllık, dikenli, bir çeşit çalıdır Kapari. Türkiye'de halk arasında Kebere, Gebele, Keber, Kabbar, Keber dikeni gibi değişik isimler aldığını ben de bilmiyordum. Köklerinin çok fazla derinlere (30-40 metreye kadar) uzanıyor olmasıyla kuraklığa dayanabilen hatta erozyonu önlemek amacıyla da kullanılabilen bu bitki, toprak açısından da hiç seçici değil. Kayalık, taşlık, toprak miktarı az, kireçli yerlerde bile kendiliğinden yetişebildiğinden, tarıma uygun olmadığı düşünülen alanların ekonomik olarak değerlendirilmesinde oldukça uygun bir bitki. Ege Tarımsal Araştırma Enstitüsü'nde doğadan alınan tohumlardan elde edilen fidelerle kapari yetiştirilmektedir. Mayıs sonu, turşu yapılan tomurcukların toplanması için en ideal zamandır. Kısa süre sonra bu tomurcuklar beyaz ve açık pembe çiçeklere dönüşürler.

Dün gece kaparileri su dolu bir kasenin içinde bekletmiştim. Bugün, Maya'yı uyutup da kaparilerimle başbaşa kaldığımda, kasedeki suyu süzdüm, onları bir güzel yıkadım, sonra da aldım önüme ve ayıklamaya başladım. Bu seferkiler o kadar tazeciktiler ki bu kez yemyeşil yapraklarını da kullanmaya düşündüğümden hem yaprakları hem de tomurcuklarını ayıkladım.
Yaprakları ayrı, tomurcukları ayrı olmak üzere 7-8 dakika kadar haşladım. Haşlama süresini kaparilerin tazeliğine ve sertliğine bağlı olarak ayarlamak gerekir. Ama 10 dakikadan fazla haşlamanın, rengini solduracağı ve fazlasıyla yumaşatacağı için pek iyi olacağını sanmıyorum.

8 dakikanın sonunda yapraklar ve tomurcuklar ayrı ayrı haşlanmış, süzülmüş soğumayı beklerken ben de sirke + salamura karışımını hazırladım. Bunun için benim salamura zeytinlerde de kullandığım bir oran var. Aynı oranı sabit tutarak, turşu malzemenize ve kullanılan kavanozlara göre ne kadar su + sirke gerekeceğini hesaplamak gerekiyor.

Salamura için;
  • 1 bardak kaynamış suya 2-3 tatlı kaşığı tuz
Salamura + Sirke karışımı içinse;
  • 2 bardak salamura suyuna
  • 1 bardak sirke
Bu sene toplanan kaparilerin bir kısmını da Niko'nun yöntemiyle yapmak üzere ayırmıştım. O yüzden yukarıdaki yöntemle yapılanlar için 3 bardak salamura hazırladım, 1,5 bardak da sirke ekleyip soğuduktan sonra kavanozlara doldurduğum kaparilerin üstüne boşalttım.
Bu şekilde sirkede en azından 2-3 hafta bekleyecekler. Sonra sirkeyi süzüp, üstlerine zeytinyağı dökeceğim. Böylece kapariler zeytinyağıyla salataya konmaya hazır olacaklar, hem de kapari kullanmadığım zamanlar bile - ya da kapariler bittikten sonra - mükemmel kokulu bir zeytinyağım da olacak :)
Bunlar da Niko'nun yöntemiyle en azından 10 gün tuzda bekleyecek olanlar. Bir kat kapari bir kat iri tuz koyulduktan sonra üstüne bir ağırlık koyularak bekletildikten sonra yıkanıp aynı salamura + sirke karışımına koyulacaklar.

İşte hepsi bu! Ev yapımı, mis gibi kapariler, doğadan tabağınıza lezzetli bir hediye!

Etiketler: ,

Salı, Mayıs 30, 2006

Şimdi tam Kapari zamanı

Yıllar önce yine böyle bir Mayıs sonuydu. Hanya'daki arkadaşımız Konstantin'i ziyarete gitmiştik. O gün, kapari hakkındaki bütün düşüncelerimi değiştirecek bir deneyimim olmuştu. O ana kadar marketlerden aldığım küçücük kavanozlardaki kaparilerin (yapay) tadı ve kokusu hiç mi hiç hoşuma gitmemişti. Fakat o gün, hoş bir sohbet eşliğinde yediğimiz öğle yemeğini toprak bir çanaktaki ev yapımı kapariler süslüyordu. Ne diyeceğimi bilemiyordum, bu yediklerim o kadar lezzetliydiler ki neredeyse tüm yemekleri bir kenara itip kapari dolu kaseyi önüme çekip bitirmek geliyordu içimden. Daha yeni yaptığı kaparileri ilk tadan bizdik ve beğendiğimize sevinmiş, çanağı tekrar tekrar doldurmuştu Konstantin. En alışılmış ve en yaygın olan, kaparinin daha çiçek açmamış goncalarının toplanıp turşusunun yapılmasıdır. Oysa o gün, yalnızca bu minicik goncalardan değil çiçekleri açılıp da geçtikten sonra geride kalan 'meyvelerinin' de turşusunu yapmıştı ki bu ömrümde ilk defa gördüğüm ve tattığım, isteseniz de marketlerde bulamayacağınız birşeydi. O kadar beğenmiştim ki sonraki günün programı belli olmuştu. Minicik goncalar açılıp da güzel çiçekler olmadan biz de toplayıp denemeliydik bunu evde yapmayı. Kayalıklarda kapari topladığımız gün, hava da öyle sıcaktı ki en sonunda dayanamayıp kendimizi denize atmıştık. Bizim için çok değişik bir tecrübe olmuştu. Yaptığımız kapariler en az tattıklarımız kadar güzel olmuştu. Yemeğe gelen dostlarımıza gururla ikram edip, çok beğenenlere de giderken küçük bir kavanoz hediye etmiştik :)

Ama nedense bu ilk denemeden sonraki seneler kapari zamanını hep kaçırdım, aklıma geldiğinde artık goncalar kocaman olmuş ya da çoğu zaten çiçek açmışlardı. Fakat bu sene, yapmaya kararlıydım. Hem tadını çooook özlediğim, ne zamandır yemediğim için, hem de blogumda yayınlamaya değer, gerçekten ilginç bir tarif olduğu için... Tek mesele, kaparileri toplamaktı. Nereden ve - yerinde durmayan Mayacık da yanımdayken - nasıl toplasam diye düşünürken, dün kendiliğinden "bana bir torba ver de Spinalonga'dan kapari toplayayım" demez mi? :))

Böylece kaparilerime kavuştum!!! :)

O kadar sevinmiştim ki bu sevincimi paylaşmak için kaparilerin yapılmasını bekleyemedim. En azından bugün biraz olsun onlardan söz etmek istedim. Üstelik bu kez, elimde iki ayrı tarif var. Eski tarife göre işim daha kolay, öğleden sonra kavanozlara girmiş olurlar bile. Diğer tarif de, sevgili dostumuz Niko'nun dün gece bana telefonda verdiği, olması biraz daha zaman isteyen bir tarif. Ufaklık öğle uykusuna yatınca ben de kolları sıvayacağım. Öncelikle daha çabuk olan tarifi yapacağım. Detaylı tarif ve aşama aşama fotoğraflar da sonraki yazıda gelecek...

Siz de benim gibi şimdiye kadar tattığınız küçük kavanozlardaki *hazır* kaparileri hiç sevmediyseniz, kapariye bir ikinci şans tanıyın derim. İmkanınız varsa kendi ellerinizle toplayın, kendiniz yapın ve bir de böylesini deneyin...

Etiketler: ,

Salı, Mayıs 23, 2006

Dağ Sümbülü

Tarifi vermekte biraz geciktim. Aradan geçen günler boyunca da, belki aramızdan bunları daha önce bir yerde görmüş, duymuş ya da tadına bakmış olanlar çıkabilir diye düşündüm. Ama herhalde kimseye arpacık soğandan başka birşey çağrıştırmadı. Bunlar bildiğimiz arpacık soğanlardan değil ama soğan oldukları kesin. Bir çeşit yabani sümbülün soğanları...
Türkçe karşılıklarını bulmak çok da kolay olmadı. Latince ismi Muscari Comosum. Internette muscari cinsinden karşımıza hep bahçe sümbülleri çıkıyordu :) Aynı bitki olduğundan emin olabilmemiz için, fotoğraflı bitki sözlükleri bize çok yardımcı oldu. Türkçe'deki karşılığı da Prof. Dr. Turhan Baytop'un Türkçe Bitki Adları Sözlüğü'nde Dağ Sümbülü olarak geçiyor. Arap sümbülü veya morbaş diye adlandırıldığı da eklenmiş. Anadolu'da yaygın bir tür olduğu da eklenmiş. Ama Yunanca Girit Yemekleri kitapları dışında hiçbir yerde bunların yenildiğinden söz edilmiyor :) (Zaten, Giritlilerin ne ot bulurlarsa yedikleri söylenmez mi hep?! :)

Yunanca'da tekili Volvos, çoğulu Volvi diye adlandırılan bu soğancıklardan yapılan turşu, özellikle Girit'te sevilen bir çeşit meze. Bu mezenin Girit'e özgü olduğunu düşünürken, bu soğancıkların Atina'da da satıldığını görmüştüm. Soğanları aşağıdaki gibi topraktan yeni çıkmış halleriyle alıp onları tek tek ayıklama, suda bekletme, sonra haşlama gibi zahmetli bir sürece kendiniz girişebileceğiniz gibi, marketlerde ya da pazarlarda kavanoz içine hazırlanmışlarını da bulabiliyorsunuz. Minicik kavanozlardaki bir avuç soğanın oldukça yüksek fiyatlarda satılıyor olmasını bu zahmetli ve el oyalayıcı sürece bağlıyordum hep. Ne olsa tek tek ayıklamak, defalarca haşlamak vs. Bildik bir turşu kurmak kadar basit değil diye. Ama işin asıl zor kısmı, onların yerlerini doğada tespit ettikten sonra neredeyse 30 cm. derinliğe ulaşabilen yumrularını topraktan çıkartmaktaymış. Bunu da iş başa düşüp de kendimiz yapmak durumunda kalınca anladık tabi. Ben gidip o açık eflatun renkteki o güzel sümbülleri görme şansına sahip olmadım ne yazik ki. Yorgo, birkaç hafta önce, bu 'işi bilen' bir arkadaşıyla birlikte kendi elleriyle toplayıp, akşam olunca da paçaları çamurlara bulanmış halde elinde 1 koca torba dolusu soğanla eve döndüğünde öğrenmiş olduk işin iç yüzünü. Bu kadar zor olduğunu bilmiyordum, diye söze başlamıştı. Arkadaşı onları daha çiçeklerini görür görmez tanımış ve kolaylıkla yerlerini tespit etmişti. Belki de yüzlercesi vardı ama onlara ulaşmak o kadar da kolay değildi, diye devam etti. Bu kadar derinde olduklarını beklemiyormuş. Öyle ki, onlara ulaşabilmek için biraz fazla kazdığında da soğanın gövdeyle bağlantısını koparıyor ve onu bir daha bulamayacak şekilde kaybediyormuşsun. Dikkatsizce vurulan kazma darbeleriyle istemeden parçalanan soğancıklar da boşa gidenlerden oluyormuş. Soğanların zedelenmeden toplanması şart. Çünkü, ayıklarken bile köklerini çok derinden kestiğinizde ellerinize bulaşan çok yapışkan tuhaf bir salgı salıyorlar. Tabi turşusu yapılacak olan soğanların bu şekilde, tabiri yerindeyse, 'sümüklenmemiş' olması lazım, aynı bamyalar gibi. Kısacası, doğasında ne kadar bol olursa olsun, Girit'te bile bu kadar pahalı satılmalarının asıl sebebi de buymuş. Hak vermiyor değilim. Gelelim nasıl yapıldıklarına...
Soğanlar eve geldiklerinde bu haldeydiler, topraktan çıktıkları için bu halde olmaları doğal di mi?

Daha sonra onları sabırla tek tek ayıkladık (Çoğul konuşuyorum çünkü 1 torba dolusu minicik soğanı ayıklarken gerçekten bir arkadaşa ihtiyacınız var. Yorgo beni yalnız bırakmadı, sağolsun) Ayıklarken de -önceden söz ettiğim sebepten dolayı - baş kısımlarını çok derin kesmemeye çalıştık. Sonra, sanırım bu halde yenemeyecek kadar acı oldukları için, acıları çıksın diye su dolu bir kasede 2 gün boyunca beklettik. Kasedeki suyu da sabah akşam değiştirdik. 2 gün boyunca, günde 2 kere suyu değiştikten sonra bu suyu süzdük.
Sonra da, onları hafifçe haşladık. Biz 2 kere 5 dakikalığına haşladık. Haşlama süresini daha uzun tutmak istemedik çünkü soğanların kabuklarının soyulması tüm emeklerimizi boşa atabilirdi.
Haşlayıp süzdükten sonra da onları kavanozlara yerleştirdik, biraz tuz ekleyip kavanozları sirkeyle doldurduk. Sirke tadının baskın geldiği bir turşu oluyor, tuzlu bir turşu değil. Tuz ve sirke yoğunluğu damak zevkine göre ayarlanabilir. Bazı tariflerde kavanozlara birkaç diş sarmısak da ekliyorlar. Kavanozlar sımsıkı kapatılıp buzdolabında muhafaza ediliyor.



Marketlerde ham halde satılanların Kuzey Afrika'dan ithal olduklarını biliyoruz. Tabi oralarda bunu yiyorlar mı, bilemeyiz. İthal edilen herşey o ülkede var diye tüketiliyor anlamına gelmiyor elbette. Mesela, Türkiye'de salyangoz yenmiyor ama ihraç ediliyor bildiğim kadarıyla. Girit'te de büyük miktarda ve sevilerek - ben ve eşim haricinde - tüketiliyor salyangoz. Ama ne yediğim ne de sevdiğim birşey olduğundan bu konuyu sevenlerine bırakmayı tercih ediyorum...

Etiketler: ,

Pazartesi, Mayıs 22, 2006

Girit'in dağlarından mis kokulu antik bir çay Diktamon

Tatlı bir Mayıs esintisi gibi, İzmir'den birkaç günlüğüne gelen charter, beraberinde yalnızca 'memleket havası' değil yepyeni dostluklar, hoş sohbetler de getirdi. Sohbetlerin konusu, çoğu zaman Girit mutfağı ve otlardı. Girit deyince otlarından söz etmeden geçmek mümkün mü? Haşlananından tutun da kavrulup yumurtalı yenilenlere, 'pita' yapılanlardan, doğasında kendiliğinden yetişip de çayı içilenlere... Bizi, ne yazık ki burada bulamadığımız deniz börülcesine kavuşturan charter, giderken de beraberinde Girit'e özgü Diktamon çayı gibi İzmir'de bulunmayan otları , kekik balını, şişe şişe somada, zeytinyağı ve yerli şarabı taşıyordu İzmir'e. Valizlerinin bir köşesinde, İzmirdeki sevdiklerine hediye etmek üzere... Onlar birkaç güne sığdırdıkları kısa bir tatilde geçirdikleri güzel günler, hoş anılar ve çekilen fotoğraflarla çoktan İzmir'e varmışken, başta kızım olmak üzere biz de deniz börülcesinin tadını çıkarmıştık. Kısacık sürede kurulan dostluklarda paylaşımlar karşılıklı verilen adres ve telefonlarla sınırlı kalmayıp hangi otun nerede, nasıl değerlendirildiği, hangisinin İzmir'de bulunup bulunmadığı da muhabbetlerin temel konusu olmuştu. Diktamon'u bilir misiniz? Siz arapsaçını nasıl yaparsınız? Vlita'yı ne isimle satarlar İzmir pazarlarında? İzmir'de hala somada ve kanela bulunur mu? Ahtapotu kaç kere döverler burada, sonra da nasıl asıp kuruturlar? Hangi balıklar yenir, hangi şaraplar tavsiye edilir?
Gelenler arasında Giritli Türklerin de olması ise her zaman bambaşka bir hava katar, sohbet Türkçe'nin yanısıra Girit şiveli bir Yunancayla devam eder gider. Dedelerinin doğdukları toprakları ziyaret etmek neredeyse 'hacca gitmek' kadar kutsaldır bu insanlar için. Girit kültürünün İzmir'deki izlerini takip ederken benim için en önemli canlı kaynaklar, Girit kökenli ailelerden gelenlerdir. Hala 'Giritlilik' ruhunu canlı tutarak mutfaklarında yaşatan ve sayıları ne yazık ki gitgide azalan bu insanlardan öğrenecek ne kadar çok şey var... Hem, hangi konuda olursa olsun, daha fazla öğrenmekten kim zararlı çıkmış ki?... Üstelik bilgi alışverişi asrımızda bu kadar da kolaylaşmışken. İnsanlar artık telefon numarasından önce birbirine internet adresini verir oldu. Hep söz verilmesine rağmen nedense mektup yazmanın çok zor geldiği yeni neslin insanlarına son derece cazip gelecek kadar hızlı bir iletişim değil mi? Ben de tanıştığım insanlara ilk kez sayfamdan, yemek konusunda yazdıklarımdan söz ettim. Adresimi alanlardan ne kadarı ziyaretime gelecek, kim bilir... Ben her zaman yazmaya, kendimce ve bildiğimce paylaşmaya devam edeceğim.

Girit'e özgü otlara değineceğimden en başından beri söz etmiştim. Son günlerde dilimden düşmeyen konulardan biri olunca bugünkü yazımda biraz olsun Girit'in otlarından söz etmek istiyorum. Bitki çaylarını sevenlerin oldukça ilgisini çeken Diktamon'dan mesela.

DİKTAMON

(Diktamos, Dittany of Crete, Origanum Dictamnus)
İsmini adanın merkezindeki Dikti dağından alan Diktamon, Girit'in dağlarında doğal olarak yetişen, boyu 30 cm.e varabilen, kekik ailesine ait bir tür olan, birkaç yıllık bir bitkidir. Grimsi yeşil yaprakları kadife gibi yumuşak ve tüylüdür. Yazın pembe-eflatun çiçek açan Diktamon, artık fidan halde alınıp evlerde yetiştirilebilmekte, çayı yapılıp içilmektedir. Girit'te yüzyıllar boyunca ağrıları dindirmek, doğumu kolaylaştırmak amacıyla, bunun yanısıra romatizma ve mide ağrılarını hafifletici olarak da kullanılan Diktamon, bilinen en eski bitkisel ilaçlardandır.


Antik dönemlerden beri, çeşitli sebeplerden yaralanan dağ keçilerinin yaralarını iyileştirmek amacıyla dağlarda bu otu arayıp yedikleri bilinirmiş. Daha sonra, buna şahit olan çobanlar tarafından, yaprakları toplanıp ezilerek ağrıları dindirici olarak hatta yılan ısırmalarının tedavisinde de kullanılırmış. Öyle ki bir yılanın diktamonlar arasından geçmektense ölümü tercih edeceğine inanılırmış.

İnsanlar kadar arıların, kelebeklerin de ilgisini çekmeyi başaran Diktamon, Girit'te yerli halk tarafından Eronta adıyla da anılmaktadır.

Etiketler: ,

Çarşamba, Mayıs 17, 2006

Kabaklı Peynirli Tart

Dün ilk defa yaptığım bir tarifi, sizinle hemen dün gece paylaşmadığıma biraz da pişman oldum, çünkü bugün bizim pazarımız vardı ve ben daha da yorgunum... Sağolsun Mayacığın bunda katkı payı büyük. O kadar hareketlendi ki ya arabasından inivermiş yanımda buluyorum onu ya da ben soğan seçerken yandaki biberleri, domatesleri talan ederken... Aklınıza ne gelirse yaptı; muz yedi, karpuz tattı, zeytin çaldı, çilek istedi, kiraaaaaz diye bağırdı, şişme oyuncak Bugs Bunny istedi, aldık, eve gelinceye kadar 2 kez söndürdü. Daha boşalacak çoooooook enerji olduğu için dönüş yolunda bir de parkta oynadı. Eh, eve gelip yıkanıp, yemeğini yedikten sonra taş gibi yattı kaldı :) Babası da daha işten gelmediğine göre, birden meydan bana kaldı ama bende de hal kalmadı... Neyse ki tarif için fotoğraflar çekilmiş, herşey hazırlanmıştı. Geriye yazmak kalmıştı.

Bu geleneksel bir tarif değil. Bu kez komşu gazetelerden birinin haftasonu yemek ekinden bir tarif.

KABAKLI PEYNİRLİ TART
Hamur için:
250 gr. un
150 gr. tereyağ
1 tatlı kaşığı tuz
1 yumurta sarısı
50 ml süt

İçi için:
7-8 küçük koyu yeşil kabaklardan
(İzmir'de Girit kabağı diye satılır. Gerçi buradaki bütün kabaklar Girit kabağı, değil mi? :)
3-4 taze soğan
3 kaşık zeytinyağı
3 yumurta (ben bunlardan birinin sarısını hamuruna kullandım, içine 2 tam + 1 beyazı kaldı)
250 gr. krema (krema yerine 250 gr. kefir kullandım, hem daha sağlıklı hem daha hafif)
250 gr. gravyer peyniri (Yunan gravyerine en yakın kıvamda ve lezzette eski kaşar ya da yağlı tulum peyniri olabilir)
1 demet dereotu (ben biraz nane kullandım)
Tuz, karabiber, istenirse küçük hindistan cevizi rendesi.

Öncelikle hamuru yapıyoruz çünkü 1-2 saat buzdolabında bekletilmesi tavsiye ediliyor. İyice yumuşamış tereyağına tuzu, yumurta sarısını ve sütü ekleyip güzelce karıştırıyoruz. Elediğimiz unu yavaş yavaş dökerek hamur kıvamına gelinceye kadar yoğuruyoruz. Top gibi yapıp buzdolabında bekletiyoruz. Bu arada kabaklarımızı yarım daire şeklinde, taze soğanlarla dereotunu da ince ince doğruyoruz, peyniri rendeliyoruz.
Fırını 180 derecede ısıtıyoruz. Tart hamuru, buzdolabında yeterince bekledikten sonra çıkarıp merdaneyle biraz açtıktan sonra yağlanmış bir tart kalıbına döşüyoruz. (Çok kere tart yaptığımı söyleyemem. Acemisi sayılırım bu işin. Tariften mi yoksa benden mi kaynaklandı bilmiyorum, ama merdaneyle açarken hamurda çatlaklar oldu. Önce moralim bozuldu. Ama sonra baktım tart kalıbının içinde elimle düzeltebiliyorum. Piştikten sonra da hiç farkedilmiyordu bile...) Tartın üstüne çatalla delikler açıyoruz ki kabarmasın. Fırında 15 dakika kadar pişiriyoruz.

Tartımız fırındayken, kabakları zeytinyağında biraz yumuşayıncaya kadar kavuruyoruz. Büyük bir kasede yumurtaları çırpıp, içine krema (ya da kefiri), rendelenmiş peyniri, ince doğranmış taze soğanları, dereotunu ve kavurduğumuz kabakları ekliyoruz. Tuzu, karabiberi ve isterseniz birazcık da küçük hindistan cevizi rendesi eklendiğinde içimiz hazırlanmış oluyor.

15 dakika sonra tartımızı (bu aşamada fotoğrafını çekmeyi unutmuşum!) fırından çıkarıp, içine hazırladığımız harcı yayıyoruz. Acaba birşey unuttum mu diye biraz düşünüp - üstüne susam çok yakışır bence ama Girit'e döneli beri evde yok ve hep unutuyorum almayı... susam.gr sahipleri için çok ayıp di mi? :> - tartımızı fırına atıyoruz... Yaklaşık 40 dakika sonra pişmiş oluyor tartımız.

Etiketler: , ,

Pazartesi, Mayıs 15, 2006

Vanilyalı şeker hazırlayalım!

  • Ağzı sıkı kapanan cam bir kavanoz
  • Kavanozu dolduracak kadar şeker
  • 1 adet Vanilya çubuğu
Vanilya çubuğu alırken dikkat edin; ne kadar kolay kıvrılabiliyorsa o kadar taze ve kokuludur. Eğer kıvrılmaya izin vermeyecek kadar sertleşmişse fazlasıyla kuru olduğundan, büyük ihtimalle şekere de çok fazla bir aroma katmayacaktır.

Tek yapmamız gereken, vanilya çubuğunun ortasından bıçakla birkaç kesik atmak. Hepsi bu!
Sonra onu şeker dolu kavanoza batırıyoruz. En azından 15 gün geçtikten sonra şekerimiz kendiliğinden vanilyalanmış, keklere ve pastalara kullanıma hazır oluyor. Ne kadar uzun süre kalırsa, o kadar yoğun oluyor vanilya aroması. Hatta aynı vanilya çubuğunu, eğer çok kurumadıysa, kavanozdaki şekeriniz bittikten sonra, üstüne yenisini doldurarak tekrar kullanabilirsiniz.

Deneyin, fazla bir emek sarfetmeden, evde vanilya var mıydı yok muydu diye düşünmekten sizi kurtaracak uzun vadeli bir çözüm. Yeter ki vanilyanız aromasını yitirecek kadar kuru olmasın...

Etiketler: ,

Pazar, Mayıs 14, 2006

Pekmezli Yumurtasız Esmer Kek

Geçen gün tahinli kahve yapmıştım. Tahine pekmez yakışır, kahveye de kek! Bir süre önce deneyip beğendiğim bu tarifin bir başka özelliği de yumurtasız olması... Paskalya öncesinde oruç tutan Ortodokslar, 40 gün boyunca hayvansal gıdalardan hiçbirini tüketmiyorlar; buna et ve et ürünleri, süt ve süt ürünleriyle yumurta da dahil. Dolayısıyla bu süre boyunca kek gibi yumurtasız "düşünülemeyecek" şeyleri alışılmış usulün dışında yapabileceğimiz tarifler dolaşıyor ortalıkta, televizyonda, gazete ve dergilerde. Aynı bizdeki "Ramazan Yemekleri", "Ramazan Tatlıları" kitapçıkları gibi... Tarifin yumurtasız olması, kolestrolünü dengelemeye çalışanların da işine yarayacaktır, sanıyorum.

Bu türden tariflerin yoğunlukta olduğu dönemde, az rastlanır birşey olmadığından tarifin yumurtasız olmasından söz edilmiyor bile. Öte yandan eski ve ne yazık ki unutulmuş ve artık yapılmamakta olan bir reçete olduğuna değinilmiş. Üzümün öncelikle şarap daha sonra da kuru üzüm olarak değerlendirilmesi, pekmezin de gitgide daha az bulunur birşey olmasına sebep veriyor. (Kızım doğduktan sonra, ona vermek için pekmezi ancak sonbaharda ve organik ürünler satan dükkanlarda bulabilmiş, Türkiye'den getirmediğime bin pişman olmuştum. Geçen sene tedarikli davranıp koca bir şişe taşımıştık İzmir'den. Ben bugün o pekmezden kullandım ;)

Pekmezli Kek için;
100 gr. zeytinyağı
100 gr. su
300 gr. pekmez
200 gr. toz şeker
1 limonun suyu
1 yemek (!) kaşığı yemek sodası
1 tatlı kaşığı toz tarçın (toz tarçın, karanfil karışımı olabilir)
400 gr. un

Derince bir kasede zeytinyağını, suyu, pekmezi ve şekeri güzelce karıştırıyoruz. Önce limon suyunun içine sodayı karıştırıp yağlı karışıma ekliyoruz, sonra da elediğimiz unla tarçını. 20 cm. çapında bir kek kalıbını yağlayıp unladıktan sonra oldukça sıvı olan kek hamurunu döküyoruz.
Önceden 160 derecede ısıtılmış fırında yaklaşık olarak 30 dakika pişiriyoruz. Servis yapmadan önce üzerine pudra şekeri dökülmesi tavsiye ediliyor. (Bence bunca pekmez ve şekerden sonra hiç de gerek yok. Tadı da gayet yerinde oluyor) Afiyet olsun!

Etiketler: , ,

Perşembe, Mayıs 11, 2006

Tahinli Kahve yanında kahve kimin muhabbeti...

Hala tadı damağımdayken yeni keşfettiğim bu mükemmel lezzeti sizlerle paylaşmadan edemeyeceğim... Biraz önce kendime TAHİNLİ KAHVE yaptım ve nasıl güzel oldu, inanamazsınız!

Malum bir sonraki yazım için kitapları karıştırırken hiç denemediğim ne kadar da çok tarif çıkıyor karşıma diye düşünürken gözüm bu başlığa takılmıştı. Şöyle yazıyordu:

'Manastırlardaki rahipler, vücudun gereksinim duyduğu pek çok gıdadan mahrum kaldıkları oruç dönemlerinde vücut direncini güçlendirmek için yaparlarmış bu kahveyi. Zamanla bu tarif halkın arasında da yayılmış. Hatta öyle beğenilmiş ki yalnızca oruç zamanı değil her zaman yapar olmuşlar. Girit'in köylerinde aynı tarif Dağ Çayı (İzmir'de Yayla Çayı olarak satılıyor) ile de yapılıyormuş...'

Tahinli Kahve için:
* 1 çay fincanı su
* 2 1/2 tatlı kaşığı kahve
* 2 tatlı kaşığı şeker (Anlaşılan tarifi veren rahipler orta şekerli içiyorlarmış. Bana tatlı geldi..)
* 1 yemek kaşığı dolusu tahin

Yukarıdaki ölçülerde bir Türk* Kahvesi yapıyoruz. Kahve kabarmaya başlar başlamaz ateşten alıp, önceden bir kaseye koyduğunuz tahini (önceden hafif ezip karıştırırsanız benim gibi panik olmazsınız!) bir yandan sürekli karıştırarak, üstüne yavaş yavaş kahveyi döküyoruz. Kahvenin hepsi karıştırıldığında içilecek kıvama gelmiş oluyor. Fincanınıza alıp keyifle içiyorsunuz :)

* Yunanistan'da Türk kahvesine, (1974 Kıbrıs Olaylarından sonra) tamamen politik nedenlerden Yunan kahvesi derler. İşin kötü yanı da, üzerinden geçen zaman olayların gerçek sebeplerini unutturmakta ve işin aslını araştırmayan yeni nesil bunu hep böyleymiş gibi kabullenme yanılgısına düşmektedir.

Elias Petropoulos 'un Herkül Milas tarafından Türkçe'ye çevrilen kitabının ilk sayfasındaki şu sözler adeta tüm bu olup bitene bir meydan okuyuş gibidir:
''Çağdaş Yunanlıların babaları sayılması gereken Türkler'in, bize miras bıraktıkları birçok iyi ve kötü şeylerin arasında kahve de yer alır; ünlü Türk kahvesi." ve şöyle devam eder;
"Hemen işaret edilmeli ki Yunanca'da kullanılan kafes, kafecis, briki, flicani, delves, cezves, kaymaki, theryaklis v.b. sözcüklerin hepsi Türk kökenlidir."
(Tercümeye gerek var mı bilmem ama: kahve, kahveci, ibrik, fincan, telve, cezve, kaymak, tiryaki)

2004 yılının Şubat ayındaki Kıbrıs Müzakerelerinde, liderlere kahve ikramı sırasında, bunun Türk kahvesi mi, yoksa Yunan kahvesi mi olduğu sorulmuş. Rum kesiminin lideri Papadopulos (akrabalığımız yoktur! :) ise, gülerek, “hayır Türk kahvesi istiyorum, çünkü Yunan kahvesi diye bir şey yok” yanıtını vererek bir jest yapmış... eksik olmasın!

Ama neden hep bu soruyu en kritik anlarda, en kritik kişilere sorarlar ki... Turist rehberi olduğundan, kendi dillerini konuştuğu için biraz da yakın hissettikleri için midir nedir, Türk turistlerden aynı soruyu kaç kere duymuştur Yorgo da. Durum kritik... Cevap beklenmekte. Ama yanıt da akıllıca...
- Valla, içtiğimiz kahve aslında ne Türk ne de Yunan çünkü Brezilyadan!, der ve hep bir kahkahayla bağlar işi.
(Aslında evimizde Türk kahvesi denir ;) Bu yüzden ağız alışkanlığıyla az kere dememiştir "2 Türk kahvesi getirsene!")

Ne yalan söyleyeyim benim yaptığımın içinde hem Türkiye'den hem de Yunanistan'dan kahve vardı. Türkiye'den getirdiğimiz paketin sonuydu, buradan aldığımızı da yeni açtım. Gayet de iyi anlaştılar cezvenin içinde... Kimbilir belki de işin sırrı bundaydı. Alışılmadık bir ikilinin mükemmel uyumunda! ;)

Etiketler: ,

Balık, Enginar ve Avokado

Ege'de yaşamanın en güzel yanlarından biri de soframızdan balığın eksik olmaması... Balık olsun da nasıl olursa olsun... En sade haliyle pişirilmişi en güzeli bence... Yanında da fazla birşeye gerek yok. Bir salata olsa yeter! Biz de öyle yaptık geçen gün...

Balıklar yıkanıp tuzlandıktan sonra biraz zeytinyağı, biraz kekik, doğru fırına... (Hem sağlıklı, hem de çocukların yiyebileceği yumuşaklıkta pişiyor fırında) Ama siz ille de değişik bir lezzet denemek istiyorsanız, taze zencefil bulabilirseniz incecik dilimler halinde balığın karnına yerleştirebilirsiniz. Piştikten sonra zencefilleri atsanız da tadı ve mis gibi kokusu balığın etine işlemiş oluyor. Tavsiye ederim....

Annem hep 'balığın pişmesi ne olacak ki... salata yapılıncaya kadar pişer' der. Balıklar pişerken şimdi sıra salatada, o da elimizdeki malzemelerle her seferinde bambaşka bir uyumla soframızın baş köşesinde yerini alan bir lezzet.

Bugün salata için;

Mor yapraklı kıvırcık marul,
Taze soğan,
3-4 Enginar ve
1 avokadomuz vardı.
Tabi biraz tuz,
zeytinyağı ve
bol limon suyu.




(Girit'te enginar bol... kiloyla satılıyor. Özellikle yanda gördükleriniz gibi dikenli olanların hem görünüşleri hem de tadı bir başka. Giritliler enginarı çiğ olarak da yemeyi seviyorlar)

Biz de, güzelce ayıklayıp doğradıktan sonra salatamıza çiğ olarak kattık bu lezzeti. Marul, taze soğan ve enginar çok yakıştı birbirine... bol limon suyu ve biraz da zeytinyağı ekleyip karıştırdıktan sonra dilim dilim avokadolar da eşlik etti onlara. (Avokado olgunsa karıştırmaya pek gelmiyor. Ondan en son ekledim) Mmm... o da yakıştı! Denemenizi tavsiye ederim...


(Enginarın pişmiş haline benim gibi bayılıyorsanız çiğ hali ilk tadışınızda sizi pek tatmin etmeyebilir. Damak zevki büyük oranda alışkanlıklara da bağlı... Özellikle bol limon ve zeytinyağıyla, yedikçe alışacak damağınız... olmadı sirkeli deneyin. O da olmadı, siz en iyisi pişirin de yiyin :)

Y.N: Salatada hiç sözünü etmediğim 2 parça şey mi takıldı gözünüze? Onlar Girit peksimedi. O da başka bir günün konusu olsun...

Etiketler: , ,

Çarşamba, Mayıs 10, 2006


Yemek bir sanattır. Atölyesi de mutfak...
Fotoğraf ise, zamanı dondurup 4 nokta arasına hapsedebilen mucizevi bir sanat, bence...
Bunun ikisini birden başarabilmek ise ayrı bir yetenek...
Ortaya çıkan eserler de hem damağımızı hem de gözümüzü şenlendirir...

Bahar, kitchen-art atölyesinde sizlerle mutfak fotoğraflarını paylaşıyor...

Etiketler: , ,

Salı, Mayıs 09, 2006

Bir Badem İçeceği SUMADA

Birkaç hafta önce Bahar, çağla badem ile yeni bir lezzeti paylaşmıştı bizimle. Geçenlerde bir arkadaşımız biraz toplayıp getirmişti, onları da hemen yıkayıp yiyiverdik ilk hevesle, yemeğini yapmak için tek fırsatımdı belki de, ama n'apalım çıtır çıtır yemek de güzeldi :) Aslında Girit'te badem çok ama nedense çağla iken pek tüketilmediğinden burada pazarda bulup da alma şansım yok, ne yazık ki... Peki, çağla olarak yemedikleri bu bademleri ne mi yapıyorlar? Bırakıyorlar bademler büyüsün, kabukları sertleşip içleri olgunlaşsın... sonra da toplayıp ayıklayıp tatlıların içinde, üstünde bol bol kullanıyorlar. Bir de Sumada diye mükemmel bir içecek yapıyorlar!

Geçen gün bir marketin rafında görünce, yıllardır görmediğim bir dostuma rastlamış gibi sevindim, kaptım hemen bir şişe. Artık burada bile az bulunur oldu böyle geleneksel şeyler... Önce çocukluğum geldi aklıma, sonra da nişan törenimiz.

Çocukken, hatırlıyorum, ara sıra babam 2 şişe getirirdi eve. Bir tanesinde kıpkırmızı ötekinde de krem rengi bir şey olan şişeler hala gözümün önünde. Nereden alırdı onları, kimbilir? Arasan hala bulunur mu İzmir'de, onu da bilmiyorum... Kırmızı olana Kanela derlerdi, krem rengi olana da Sumada. Konsantre sıvılar oldukları için bazen soğuk suyla seyreltip büyük bardaklarda bazen de sıcak suyla çay bardaklarında içerdik... Ben hep kırmızı olanını severdim, o zamanlar. Hem rengi hem de tadı daha cazipdi, keskin tarçın kokardı. (Kanela kelimesinin pek çok başka dilde olduğu gibi Yunanca'da da tarçın anlamına geldiğini yıllar sonra öğrendim) Öteki krem renkli olanınsa, kokusu neyse de tadı pek baygın gelirdi bana... annemle babam severlerdi, hatırlıyorum. Şimdi aradan yıllar geçti... Girit'teyim, ben de anne oldum, elimde sumada, minik kızım da yanımda... Marketten eve döner dönmez kendime koca bir bardak soğuk sumada hazırladığımı gören Mayacık çoktan peşime takılmıştı bile! Elimdeki yepyeni şeyi bir an önce tatmak isteğiyle gözlerinin içi pırıl pırıl parlıyordu.
- İster misin, annecim?
- Hıh, istiyoyum...
Uzattım bardağımı, minicik temkinli bir yudumdan sonra suratı buruştu, beş altı saniye de öylece kalakaldı! :>
- Güzel değil mi?
- Biyenmedim!
:) Demek ki sumadayı sevmek için biraz büyümek mi gerekiyor ne?...


Sumada, yalnızca badem, şeker ve suyla yapılan son derece doğal ve sağlıklı bir içecek. Tarifini bulmak belki imkansız değil. Ama ben evinde yapanı hiç görmedim. Bilirsiniz bazı şeyler evde yapılmaz, yapılsa da ustasının elinden yapılmışı gibi olmaz. Bu da öyle birşey işte...
Sadece Girit'e özgü bir içecek değil, bildiğim kadarıyla başta Lefkada olmak üzere pekçok Ege adasında da yapılıyor, içiliyor. Girit'te geleneksel olarak nişanlarda ikram ediliyor. Bu yüzden sumadanın ikinci kez karşıma çıkışı, Yorgo'nun ailesinin nişanımıza koca bir kutu badem şekeriyle birlikte birkaç şişe getirmeleriyle olmuştu. Misafirlere çok değişik gelen bir ikramdı...

Benim de size ikramım olsun!

Etiketler: , ,

Pazartesi, Mayıs 08, 2006

Bir dilim MUSAKKA alır mısınız?...

Yanında da ekmeğe sürmelik cacık...



Hani iyi başlamıştık, n'oldu bu kıza şimdi, diye geçirebilirsiniz aklınızdan. Musakka'nın dilimi, cacığın da ekmeğe sürüleni olur mu demeyin.
Olur işte! :)
Başlarken size demiştim; Yunanistan'da bazı yemekler o kadar tanıdık ama bambaşka isimlerle anıldıklarından, siz onlarla karşılaşıp da 'Aaa... bu aynı bizim ....mız' deyinceye kadar hiç bilmedik birşey olduklarını sanırsınız. (Mesela Yuvarlakya dediklerinin basbayağı sulu köfte olması gibi. Onu başka birgün anlatırım)
Bir de bunun tam tersi söz konusu. İsmi çok tanıdık olup da görüntüsü hiç de alışıldık gibi olmayanlar. O da bugünkü konumuz; Yunan usulü Moussaka ve meşhur Yunan mezesi Caciki gibi... Musakkayı duymayan, bilmeyen var mıdır?... cacığı da biliriz. Tamam bunlar tanıdık diyoruz ama karşımıza ne gelecek bilmiyoruz.

Hadi artık, alın elimdeki şu tabakları da mutfağa gidelim anlatayım size bunları nasıl yaptığımı:

Yunanistan'da Moussaka diye anılan bu yemeğin biraz farklı versiyonları Bulgaristan, Sırbistan ve Makedonya başta olmak üzere bütün balkanlarda pişirilmekte. Bizdeki musakka ise bir tek çeşit yemeğe verilen bir isim olmayıp, ismi daha çok pirişildiği sebzenin adıyla birlikte anılan bir yemek, başta da patlıcan olmak üzere. Biz, patlıcan musakkası, kabak musakkası deriz mesela.
(Türk Dil Kurumu'nun sözlüğüne bakıyorum. Arapça Musaqqa'dan geliyor. Ufak parçalara doğranmış sebzelerin, et veya kıymayla ve soğanla pişirilmesiyle yapılan yemek, diye yazıyor. Aynı örnekleri vermiş.)
Şimdi de bakalım komşumuz onu nasıl pişirmiş...

Yunan Usulü MOUSSAKA (Musaka okunur) ise, yalnızca patlıcan + patatesle olabildiği gibi, patlıcan + kabak + patatesle de yapılır. Eşim gibi et yemeyenler soya kıyması, süt yerine de isteyen soya sütü kullanabilir. Glutensiz beşamel için de pirinç unu ideal tabi ki...
Ben hem patlıcan hem de kabak kullanılan tarifi tercih ettim. Yemeğimiz derince bir fırın tepsisinde pişeceği için, malzemeleri kullanacağınız tepsinin boyutlarına göre ayarlamak size düşüyor.

4-5 tane patates (halka halka doğrandığında fırın kabınızın zemini bir kat döşeyecek kadar)
2-3 tane patlıcan (fırın kabınızı 1 kat döşeyecek kadar)
2-3 tane kabak (fırın kabınızı 1 kat döşeyecek kadar)
Yarım kilo kıyma
2 tane kuru soğan
(İsteğe bağlı birkaç diş sarmısak - Ben hep isterim! :)
2-3 tane olgun domates
2 kaşık domates salçası
(Geleneksel tarifte 1 fincan kadar kırmızı şarap var, tercih size kalmış)
Karabiber, tuz, zeytinyağı

Beşamel Sos için:
5-6 kaşık un
1-1,5 litre süt
1 yumurta
1 bardak peynir rendesi (Geleneksel olanı Kefalotiri denilen peynirdir, kaşar peyniri veya rendelenmeye ve fırında erimeye müsait her hangi bir peynir kullanılabilir)

Patates, patlıcan ve kabaklar 1 parmak kalınlığında halka halka doğranır. Önce patatesler olmak üzere, sırayla yağda kızartılır. (Daha hafif ve sağlıklı olması isteniyorsa, yağda kızartmak yerine fırında veya ızgarada da pişirilebilir.)
Başka bir tencerede rendelenmiş soğanlar ve kıyma yağda kavrulur. Üzerine (kullanılıyorsa sarmısak ve şarap), rendelenmiş domatesler ve salça eklenir. Et piştiğinde ateşten alınır.
Şimdi sıra bu malzemeleri fırın tepsimize kat kat döşemeye geldi...
Fırın tepsisi yağlanır, en alta kızartılmış (/fırınlanmış) patates dilimleri sıralanır. Bir kat kıymalı karışımdan döşenir. Üstüne bir kat kızartılmış (/fırınlanmış) patlıcan dilimleri sıralanır. Bir kat daha kıymalı karışımdan döşenir. Üstüne bir kat kızartılmış (/fırınlanmış) kabak dilimleri sıralanır. Bir kat kıymalı karışımdan döşenir.
Beşamel sosu anlatmaya gerek var mı, bilmiyorum. Kısacası biraz yağda un kavrulur, üstüne azar azar soğuk süt eklenir. En son çırpılmış yumurtalar karıştırılıp, tuzu, biberi katılarak ateşten alınır.
Sonra, elimizde beşamel sos, sebzelerle kıymalı sosu kat kat döşediğimiz fırın tepsisine dönülür. Tepsimizin en üstüne hazırladığımız beşamel dökülüp, üstüne rendelenmiş peynir serpilerek fırına verilir. Fırın sıcaklığı mı? Ben 170-180 derecede pişiriyorum. Çünkü zaten hepsi tek tek pişmiş, yalnızca üstü kızarıncaya kadar fırınlanacak. Fırından çıktıktan ve biraz dinlendikten sonra da işte size bir dilim Musakka!

Afiyet olsun...

Sıradaki mezemiz TZATZIKI! (Caciki diye okunur ama bunu Yunanca harflerin tek tek latince karşılıkları olarak yazdıklarında hiç de tanıdık bir kelimeymiş gibi görünmez bize - aksine nasıl okuyacağınızı bilemediğiniz bir şeymiş gibi bakar kalırsınız. Halbuki Cacıki, bildiğimiz cacıktır işte! Yalnızca biraz suyu çekilmişi...)


CACİKİ için size lazım olanlar;
Süzme yoğurt
Salatalık
Sarmısak
Tuz, nane, kekik, istenirse zeytinyağı

Hepsi bu! Bildiğimiz cacığı yapar gibi, salatalığı rendeleyip, sarmısağı dövüyoruz, süzme yoğurdu, tuzunu, naneyi ve kekiği ekleyip güzelce karıştırıyoruz. Türk usulü cacık gibi su eklemediğimiz için de düz tabakta servis yapıp, ekmeğimizi batıra batıra ya da ekmeğe sürerek yiyebiliyoruz...

Buraya gelen Türk turistlerden içmeye ve mezelere meraklı olanlardan, Türkiye'de de meyhanelerde 'kuru cacık' adıyla yapıldığını söyleyenler olmuştu...

Etiketler: , , , ,

Perşembe, Mayıs 04, 2006

Şu Meşhur 'GREEK SALAD' (Yunan Salatası)




Yunanistan'da menülerin başında yer alan, turistler tarafından da oldukça fazla rağbet gören şu Yunan usulü salata dedikleri aslında nedir? Nasıl yapılır? Merak mı ediyorsunuz?

Greek Salad diye anılan, bildiğimiz mevsim salatasından çok da farklı olmayan bu salatanın, taze sebze meyvenin Akdeniz'deki kadar bol olmadığı kuzey ülkelerinden gelen turistler tarafından bir ana öğün gibi tüketildiğini görmek beni hep şaşırtmıştır. Çünkü ne Türkiye'de ne de Yunanistan'da salata sofralarımızdan eksik olmaz ama yanında mutlaka başka birşeyler (yani ana yemek) vardır, tek başına değil! Düşünecek olursak, sebzeye hasret olanlar için gerçekten eşi bulunmaz bir nimettir, bir tabak dolusu taze salata. Durum böyle olunca, menülerde bir Yunan salatasının fiyatı da neredeyse bir ana yemekle yarışacak boyutlarda oluyor. Arz talep meselesi tabi...
Yunan usulü salatanın farkına gelince; bence en BÜYÜK fark zaten salata malzemelerinin boyutlarında yani BÜYÜK doğranmasında... Bizim söğüşlük doğradığımız boyutta domatesler, salatalıklar, genellikle dolmalık biber ve ovulmadan eklenen soğan. Üstüne de bir dilim Feta peyniri koyduktan sonra zeytinyağını gezdirip bir avuç zeytin, bir tutam da kekik eklediniz mi, işte size Greek Salad!
Gördüğünüz gibi malzemeler hiç de yabancı değil. İkinci fark da salatanın üstüne peynir konması. Yunanlılar peyniri ve zeytini, Türkler gibi sabah kahvaltısında tüketmediklerinden gün içinde salatalarına eklemekle bulmuşlar çözümü.
Bir de, salataya limon sıkmak alışkanlığı da yok. Restoranlarda masada minik sirke şişeleri oluyor ama çok da rağbet edildiğini sanmıyorum. Limonu ise her çeşit etin yanında bolca getirdiklerinden, hemen birkaç tanesini kaşla göz arasında salataya sıkıveriyorum :)

Feta peynirini merak edenler için kısa bilgi: Bizdeki beyaz peynire (biz İzmirliler teneke peyniri deriz :) çok benzeyen, koyun (bazen de koyun ve keçi) sütünden yapılan, tabiri caizse 'Yunanistan'ın milli peyniri'dir Feta.


Çarşamba, Mayıs 03, 2006

GİRİT'TEN MERHABA!

Güneşli bir Mayıs gününde mevsimlerinin en güzelini yaşayan Girit'ten merhaba!

Yemekle ilgili her zaman yeni bir şeyler öğrenmeye hevesli olduğum için bir süredir yemek bloglarını takip etmekteyim. Bir gün kendi deneyimlerimi paylaşabileceğim bir sayfamın olması yüreğimin bir köşesinde hep vardı. Bir kaç arkadaşımın en çok da kardeşim Bahar'ın teşvikiyle bu işe girişirken bir yandan da düşünüyordum. Şimdiye dek yazılmış/ denenmiş bunca tarife bir tane de ben eklesem hayatınıza ne katmış olacaktım ki??...

Halbuki 7 yıldır Girit'te yaşıyor olmamın bana kazandırdığı deneyimleri sizlerle paylaşmanın bana da yeni bir şeyler öğretmenin zevkini tattıracağını, size de bambaşka zenginlikler katacağını düşünüyorum. Bu paylaşımlar bazen size çok tanıdık gelecek bazen de - umarım ki - yepyeni bir şeyler öğretecek. Bildik ya da bilmedik olsun paylaşılmadıkça varlığından bile haberdar olmadığımız nice güzellikler olduğuna inanıyorum. Bu dünyada 6,5 milyar insan aynı semanın altında yaşıyor, aynı yıldızların altında uyuyoruz, ama birbirimizi yeterince tanıyor muyuz? Bence, daha çok tanımaya ve daha çok öğrenmeye ihtiyacımız var. Tanıdıkça yakınlaşacağımız, birbirimizi daha çok seveceğimiz kesin. Tanımadığımız, hatta bu konuda bir girişimde bile bulunmadığımız sürece de, birbirimize hep uzak ve ne yazık ki hep 'yabancı' kalacağız.

İçinde neler olduğunu çıkartamadığımız alışılmadık bir yemek önümüze getirildiğinde biraz çekimser kalmaz mıyız? Halbuki ne olduğunu bilsek daha bir hevesle kavramaz mıyız çatalımızı?

Günümüzde globalleşme adı altında tek tip bir yaşama doğru yuvarlanıp giderken en yakınımızdakini bile çok iyi tanımadığımıza tanık oluyorum yüreğim sızlayarak. Bu bazen eşimiz, bazen iş arkadaşımız, bazen yan komşumuz, bazen de komşu ülkede yaşayan biri olabilir.
Yunanistan'ın her hangi bir yerine daha önce gitmiş veya gitmeye niyetli olabilirsiniz. Belki de bir Yunan adasında tatilinizi geçirirken bir tavernada yediğiniz bir mezenin tadı damağınızda kalıp bunu nasıl yaptıklarını merak etmiş de olabilirsiniz. Belki de bu merakınızı gidermekte bir faydam dokunur, kim bilir. Edindiğim deneyimler, tanıştığım insanlar, karşı kıyıdaki komşunun tenceresinde pişen bildik yemekler; bildiğimiz yemeklerin buralarda nasıl pişirildiği, nasıl adlandırıldığı... Musaka, peynirli, imam, yoğurtlu, saraylı, ekmek gibi çok tanıdık Türkçe isimlerle anılıp da karşınıza bir sürpriz gibi çıkanlar ve daha neler neler... Tabi ki otlar, otlar... Yenebilen otların hepsini bir Giritli kadar tanıdığımı söylemem mümkün değil. Çünkü bir Giritliyle bu konuda yarışmak, bayağı bir cesaret ve tecrübe gerektirir. (Bu konudaki en büyük avantajım elimdeki kaynaklardan size aktarabilmem...)

Geçenlerde düşündüm de, biz babaannemin 'Madam Sara podyasına kuluryaları doldurmuş getirdi...' şeklinde hikâyeleriyle büyüdük. Bugün kaç çocuğun hayatında böyle bir cümle duyma fırsatı olur, bilmiyorum. Ama Amerikan fast food'unun lider markalarından, en popüler film yıldızlarının hayatlarından, birbiri ardına çekilen içerikleri ve öğreticilikleri şüpheli dizilerden ilkokul öncesi çocuklar bile haberdar. Bizi gitgide yabancılaşmaya ve aynı şeyleri yiyen, aynı şeylere gülen tek tip insanlar olmaya sürükleyen bir sürece girmiş, kendimizi bile tanımaya vakit bulamaz hale gelmişiz, değil ki 'ötekini'!

Gerçekten de eskiden komşunun tenceresinde pişenden bize de bir nasip düşerdi. Şimdi kim tenceresinde pişen yemeği paylaşıyor ya da paylaşabiliyor ki... İşten geç saatlerde yorgun argın dönmüş bir iş kadınının isteyerek veya istemeyecek işin kolayına kaçmasında belki de yalnızca onu suçlamamak gerekir. Eskiden evde pişenden yan komşuya tattırmak, sonra da tabağınıza koyulmuş yepyeni bir lezzetle bir gün komşunuzu kapıda buluvermek o kadar da ender bir şey değildi. Bunu hala gerçekleştirebilenleri yürekten kucaklıyor ve ben de tabağınız elimde kapınızı çalıyorum! Tabağımda bir sürprizle!

Bakalım bu size ne kadar tanıdık gelecek...
Komşuda pişenden size ne düşecek!