Komşuda pişer bize de düşer

Eskiden evde pişenden yan komşuya tattırmak, sonra da tabağınıza koyulmuş yepyeni bir lezzetle bir gün komşunuzu kapıda buluvermek o kadar da ender bir şey değildi. Tabağınız elimde kapınızı çalıyorum... Bakalım bu size ne kadar tanıdık gelecek, komşuda pişenden size ne düşecek?!...

Perşembe, Haziran 29, 2006

Kime niyet kime kısmet pastası


Bazı yemekler vardır pek kısmetsiz olur. Çok özenirsiniz, yapmaya girişirsiniz hep birşey çıkar yapamazsınız. Her yapmaya niyetlenişinizde başka birşey çıkar, ya yarıda kalır, bozulur ya da daha başlamadan yine bırakırsınız. Bu arada malzemeler bayatlıyor, içiniz içinizi yiyordur. Sonunda bayat malzemeyle yapmak içinize sinmeyecek, bu kez yenisini alıncaya kadar projenizi yine ertelemek zorunda kalırsınız. İşte benim çilekli şarlotum da öyle oldu...

Çileklerin bolluğu zamanında, Baharcım yapmıştı güzel bir çilekli şarlot. (Allah aşkına, klikleyin de bir onun yaptığına bakın, bir de benimkine! Gülmek serbest! :) Üstelik kedidili bisküvilerini de kendisi yapmıştı. Bana da kolay göründü. O günden beri hep aklımdaydı :) Pazara gidip de her çilek alışımda çileklerin en azından bir kısmını bu iş için saklayıp bu tarifi denemekti niyetim. Ama çilekler son günlerde ailecek düşkünü olduğumuz çilekli dondurmaya dönüştüler çabucak, pek fazla bekletmeden. O da güzeldi de, ben ne zaman yapacaktım çilekli pasta mı?

Geçen pazardan aldığım çilekleri, *inatla* dondurma yapmadan tutuyordum buzdolabında :) Hatta Mayacık dondurma istedi geçen gün. (Alıştı ya çocuk :) Ona yoğurtlusunu yapıverdim, bu kez. Çilekler hala buzdolabında, kimseye "koklatmıyorum". Ama vakit bulup da yapamıyorum da :( Bir de özendim ya, kedidillerini de ben yapacağım. Yok, bir türlü fırsat bulamıyorum. İnadına, ya yemek yok o gün ya alışverişe gidilecek ya da çamaşır yıkanması, asılması, toplanması vs vs vs. derken çilekler hala buzdolabında. Arada bakıyorum, "eh, hadi artık" diyorlar sanki bana. 1 gün geçti, 2 gün geçti, oldu 3. gün. Bugün yapıcam dedim, yine olmadı. Bambaşka işler çıktı, arkadaşlarımız geldi, biz bir yerlere gitmek zorunda kaldık. Bu arada Mayacık evde pamper'sız dolaşmaya başladı. Arada sırada " anne, ben kaka yaptım!", "anne, ben ne yaptım?" şeklinde sesleniyor. Yok, olmayacak. Öncelikle kedidillerini kendim yapma fikrinden vazgeçtim. İlk fırsatta çıkıp hazırı alınacak, sonrası kolay, n'olcak ki?!, diyorum kendi kendime.

Ertesi sabah erkenden, daha ben yataktayken telefon çaldı. Geçenlerde yemeğe gittiğimiz arkadaşım -içine doğmuş gibi- arıyor (konuyla alakası az sonra :) Bana diyor ki "tatlı getirdiğin kabı istersen bugün getirebilirim, merkezde işim var, sizin oralara gelicem de". Ben de ona tatlıyı cam tepside götürdüğümden *emin* (?!) "yok canım, ne taşıycaksın şimdi onu, elbet görüşürüz birgün, ben de sana Cdni veririm. Hem bende başka var" diyorum (ve yanılıyorum ama bilmiyorum daha!) "İyi" diyor "sen bilirsin, görüşürüz", kapatıyor.

O gün, Yorgo sabahtan evde. İşte fırsat! Emir vaki yapıp, "Bugün Maya'yı parka sen götür. Benim alışveriş yapmam lazım" diyorum, ne yapacağımı da söylemiyorum ;) Onlar kapıdan ben bacadan... Nerede satılır bu kedidilleri? Hiç almadım ki.. pasta malzemeleri satan bir dükkan var çarşı içinde. Bulsam bulsam orada bulurum. Nitekim, öyle oldu. Çok da aramadım, oraya gittim, buldum, aldım. (O gün öğlene de yemek yapmak lazım. Ama en önce tatlı yapılıp atılacak buzdolabına!) Eve geldim, hazır kedidilleriyle yapılacak işin yarısını atlamış olduk böylece.

Kedidilleri karşımda, tatlı lor aldım, pudra şekeri evde vardı, çilekler de yıkanmıştı sabahtan beri heyecanla bekliyorlar artık. Eveeeet, şimdi kelepçeli kalıbımızı çıkaralım dolaptan. Dolaptan?! Hangi dolaptan? Hangi kalıp?'! Nerde kalıbım?! OLAMAZ!!!!?'!!!

Telefon eden arkadaşıma tatlıyı cam değil, kelepçeli kalıpla götürmüştüm, yolda arabada kaymasın diye... ve sabah beni arayıp getirecekken REDDETTİM!!!! :( Ağlayacaktım artık!
Ama artık ne olursa olsun yapacağım. Çileklerin daha fazla dayanacak gücü kalmadı, üstelik peynir de beklemez, Maya'yla babasına da 1,5 saatten önce gelmek yok, dedim, yarım saatim geçti bile... Yapıcam bu pastayı! Kelepçeli olmazsa o pastayı oradan nasıl çıkartırım, hiçbir fikrim yok! Yağlıkağıt koysam, ıslanır da yırtılırsa, olmaz. Kenarları yüksek yuvarlak kalıbım da yok. Hani bende çok vardı onlardan, çok ama hepsi dikdörtgen! Neyse, bir tane kare buldum. Kısacası pasta ev yapımı değil hazır kedidilli olacak, kelepçelide yapıp Bahar'ın koyduğu gibi şık bir kurdeleyle toplanamayacak çünkü benimki kalıbın içinde kalacak... Eh, neresi benzeyecek o zaman onun yaptığı güzel pastaya?! Göreceğiz. (Bu arada, dün doğumgünü olan bir arkadaşımız, kendisini dün göremediğimiz için arayıp akşamüstü uğramak istediğini söyledi. Gelsin, dedim) Ben kendi derdimdeyim. Peynirle, şekeri çırptım, çilekleri de ekledim. Kedidillerini süte batırıp bir güzel dizdim. Kremayı boşalttım. Dibinde kaldı :( Benim kenardaki kedidilleri yarısından fazla kremanın dışında "çıplak çıplak" bakıyorlar :( Hiç beğenmedim! Kremanın yarısını geri aldım, kaşıkla. (İyi ki 2 paket kedidili almışım. Yoksa, hikayenin bu kısmında bir de çarşıya koşmak eklenecekti :) Bir kat daha kedidilini ıslatıp dizdim, zemini yükseldi, ama yine istediğim kadar değil. N'apalım, bisküvi kalmadı! Sonra üstüne kalan krema, onun üstüne de çileklerin kalanını koydum. Şöyle bir düzeltip buzdolabının kapısını açtığımda, bizimkiler de kapıyı açmıştı, parktan döndüler. Pasta bitti! :)) Tatlı hazır, daha yemek yok!! :( Allahtan, yemekte balık vardı, ayıklanmış pişmeyi bekliyorlardı. Bir de salata tamam!

Yemekten sonra tatlı biraz dinlensin, dedim. Cimcime uyumakta gecikti. Bırakmadı başka işler yapayım. Sonunda uyudu, başka işler, başka telefonlar, derken. O arkadaşımız aradı, yarım saat sonra uğrayacağım diye. Eh, dedik bu kadar bekledik. Bari o gelince....

Maya yeni uyanmıştı, arkadaşımız kapıyı çaldı. Elinde bir dondurmalı pasta!
- Ne zahmet ettin, ben de bir tatlı yapmıştım, dedim mahçup mahçup :)
Oturduk, kısmetli çocuk, tiropita da fırından yeni çıkmıştı (Tarifi vereceğim bir gün).
Onları bir tabağa koydum, onun getirdiği pasta, en son da benim "olaylı" şarlot olamayan/ne olduğunu kendi de bilemeyen pasta geldi. Çocuk hayran kaldı! :)) İnanamadı benim yaptığıma. Ya, ya, bilsen bir de nasıl yaptığımı, diyecektim. Üstelik tüm bunların o gün yapılmış olmasından da çok memnun oldu :) Onu düşünen arkadaşlarıyla, gurur duydu.
-Ah, sen yok musun, Papatya, dedi gülümseyerek :)

Bir de bilse ki...

Etiketler: , ,

Cuma, Haziran 23, 2006

Briyam ve bir patlıcan hikayesi

Fark ettim ki, sizlerle paylaştığım ilk yemek tarifi olan Musakka'dan bu yana, en çok sevdiğim sebze olan patlıcanın baş rolü oynadığı hiç bir tarif yok! Çıkalı beri patlıcanlı yemekler yaptım elbette: fırında imam bayıldı, patlıcanlı pilav, hatta artık kızartmalar yapmayacağım desem de domates soslu kızartmasını bile yaptım. Ama imam bayıldı ya da patlıcan biber kızartması tariflerine de, fotoğraflarına da gözlerimiz doydu artık. O yüzden onlar yapılsa da sözü edilmeden geçtiler. Geçen günse, Yunan usulü Briyam yapınca, "eh, artık bunu yazarım" diyerek fotoğrafını da çekmiştim. Briyam, (işin kolayını bulmuş) Yunanlıların çok kolay bir fırın yemeği daha. Yapımı öyle kolay ki bir salata yapmaktan daha uzun sürmüyor. Bütün sebzeleri doğrayıp, tepsiye yerleştiriyor, sonra fırında yumuşayıncaya kadar pişiriyorsunuz. Bütün sebzelerin tadı birbirine geçiyor, çok leziz bir yemek oluveriyor.

İlginçtir ki daha önce yazılan bambaşka yörelerin yemekleriyle benzerliği var. Sibel'in kırlı kızartması da benzer malzemelerle böyle fırınlanıyordu ama önceden soğanla domatesleri kavruluyordu, bu tarifteyse kızartma da yok. Bir de Briyam'da patates de oluyor muhakkak. Tencerede pişiyor olmasaydı bu daha çok Nezaket'in yaptığı Gürcü yemeği Acapsandalı'na benzeyecekti. Malzemeler neredeyse aynı, o yemeğinfesleğen yerine kekik koyup fırınlanmışı benim yaptığım.

Bu yemeğe neden Briyam dendiğine gelince; isminin kökenini şimdiye kadar ben bulabilmiş değilim. Bu isim, size de tanıdık geldi mi bilmiyorum ama benim bildiğim "Biriyani", Hint mutfağında bol soğanlı, baharatlı ve *kuzu etli* bir *pilav*. Bu isim ne kadar çağrıştırsa da, Yunan Briyam'ında ne et var ne de pirinç! Peki neler mi var Briyam'da?


  • 4 orta boy patlıcan
  • 5 orta boy patates
  • 2 büyük soğan
  • 5-6 yeşil biber
  • 4 olgun domates
  • 4-5 diş sarmısak
  • 3/4 bardak zeytinyağı
  • Kekik, tuz, kara biber
  • (İstenirse maydanoz da koyulabiliyor)
Patlıcanları tuzlu suda bekletirken; patatesleri 1 parmak kalınlığında halka halka, soğanları ay şeklinde, biberleri de 1 parmak kalınlığında doğruyoruz. Domatesin 2 tanesini dilimlerken, diğerlerini rendeleyip içine dövülmüş sarmısakları katıyoruz. Patlıcanların suyunu süzüp sıktıktan sonra fırın tepsimize dizmeye başlıyoruz. (Ben bu yemeği ilk yaptığımda en alta patlıcanları değil de patatesleri koymuştum. Halbuki zeytinyağıyla temas etmeyip buharında pişen patlıcanların ne rengi ne de tadı hiç tatmin etmemişti beni. Sonraki denemelerimde patlıcanları en alta koyduğumda, grimsi bir renk alıp yavan kalan patlıcanların yerine, hafiften kızarmış lokum gibi pişmiş patlıcanlar pek hoşuma gitmişti. O zamandan beri patlıcanları en alta koymayı tercih ediyorum. Size de tavsiye ederim.) Üstüne patatesleri, onun üstüne soğanlarla biberleri diziyoruz. İçine sarmısağı, tuzunu ve karabiberini eklediğimiz domates rendesini tepsinin her yerine gelecek şekilde döküyoruz. En üste de domates dilimlerini dizip biraz kekik serpiştiriyoruz. Sıra geldi zeytinyağına. İşte şimdi, zeytinyağını gerçekten elimizi sakınmayarak döküyoruz. Çünkü bu yemeği hiç su eklemeden pişireceğiz. Yemeği pişiren halis zeytinyağı ve domates suyu. (Tabi her fırının "huyu" farklı oluyor, sizin fırınınız sebzeleri çok kurutuyorsa, çok çok az su ekleyebilirsiniz.) Fırında, 180 derecede en azından 1 saat-1 saat 15 dakika, sebzeler iyice yumuşayıncaya kadar pişiriyoruz.

Sırada bir Patlıcan Hikayesi var :)
Hikayemiz, bir varmış bir yokmuş birgün bir patlıcan varmış diye başlamayacak :)

Hayatımdaki dönüm noktalarından biriydi. 1999 yılı ocak ayı.
İzmir'deki son işyerimdeki arkadaşlarımın artık işten ayrılacağımı -çünkü Türkiye'den Girit'e taşınacağımızı- öğrendikleri günün ertesi günüydü. Haberin duyulmasının ardından, sanki bana bakışlar değişmiş, sanki tüm günahlarım hoş görülmüş, o güne kadar kimi ne sebepten kırdıysam beni affetmişti. Hissediyordum, söylemeseler de pek çoğu ya acıyordu ya da böyle "delice" (!) bir kararla nasıl olup da böyle bir işi bıraktığıma anlam veremiyorlardı. Belki pek çoğunun asla cesaret edemeyeceği radikal bir kararla yalnız işimi değil; ailemi, yaşadığım şehri, ülkemi de bırakıp gidiyordum ya.. akılları almıyordu işte bunu. Yahu ne oluyor bu insanlara, sanki ertesi günü kurban edilecek kuzuymuşum gibi hafiften "acımayla" karışık bir şevkatle bakıyordu herkes yüzüme. Bense anlam veremiyordum tüm bunlara. Bende mi bir tuhaflık var yahu, ben bu kadar dert etmiyorum kendime de, onların haline, yüzlerindeki ifadeye bak, diye düşünüp duruyordum. Halbuki buralardan gidecek olan benim, ama galiba bende var bir gariplik! diyerek ikna olmuştum. Çünkü ben hiç üzülmüyordum. Sonuçta ne yabancı (?!) bir yere gidiyordum, ne de bilinmeyene. Zaten 6 yıldır gidip geliyorduk, Yunanistan'a. Hem yaşayacağımız evi bile biliyordum (Yorgo'nun çocukluk evinde yaşıyoruz o günden beri :) Neden mesele bu kadar büyüyor ki gözlerinde? deyip duruyordum. İşte böyle bir ruh hali içinde, bir de herkese gidişimin "iyimser" yanlarını gösterme gayreti içindeydim :)

Her zaman kahvemi getiren güleryüzlü bayan da herkes gibi bu haberi duymuştu tabi. Artık ayrılacağımın resmen ilan edilmesinden sonraki ilk kahveydi getirdiği. O gün sanki bir söyleyeceği varmış gibi odamda biraz daha oyalandığını hissetmiştim. En sonunda tahmin ettiğim konuyu açmıştı.
- Gidiyormuşsun ha?
- Ya, evet! demiştim, gülümseyerek :) (İnadına gülümsüyordum :) bana acıklı bakan gözlere)
Sonra da hemen eklemiştim:
- Olsun, orası da güzel, hem buradan da çok farklı değil.
İşte o zaman mavi gözlerinde bir umut belirmişti,
- Aynı di mi? diye sormuştu cevabın olumlu olmasını bekleyerek.
- Tabi ki aynı, insanlar da aynı bizim gibi sıcak kanlı, misafirperver. Bir görsen...
Sonra da eklemiştim:
- Yediklerimiz bile aynı.. burada ne varsa orada da var.
- Hıh, var di mi? diye sorunca, ben atılmıştım:
- Var tabi! Zaten iklim de aynı, aynı şeyler de yetişiyor, diye izah ederken,
- Aynı şeyler var di mi? diye tekrar sormuştu, emin olmak ister gibi...
- var var, derken ben,
o lafımı kesip,
- Yani... böyle... patlıcan filan...

Zor tutmuştum kendimi gülmemek için. Tabi çok kaba bir davranış olurdu, benim gidişimi yüreğinin köşesinde dert etmiş bu kadıncağıza karşı.
En çok da Patlıcan'ı dert etmişti demek ki, bulur muyum acaba oralarda diye :)

- Var var, patlıcan da var! demiştim, gülümseyerek. İçini rahatlatmak için...

Hatırladıkça hala gülümsüyorum. Buradaki patlıcanların bolluğunu, neredeyse her pazara gidişte aldığımı da keşke kendisini tekrar görüp söyleyebilsem :)

O zaman anlamıştım, Türk insanı için patlıcanın gerçekten de ne kadar *önemli* bir sebze olduğunu.

Etiketler: , , ,

Çarşamba, Haziran 21, 2006

Alışkanlıklar ve itiraflar

Bloglar, ikinci keredir Yunan gazete ve dergilerine konu oluyor son günlerde. Blogların büyük bir hızla yaygınlaştığından, eskiden defterlerde tutulan günlüklerin şimdi dijital ortama taşınarak, bir bakıma her isteyenin her istediği konuda fikrini yazabileceği, dileyen herkesin de istediğini seçip okuyabileceği yepyeni bir sosyal ortam oluşturduğundan söz ediyor. Anlaşılan dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi Yunanistan'da da "moda" olmuş blog sahibi olmak ve ister ismini saklı tutarak isterse de belirterek fikirlerini yayınlamak. En çok okunan blogların sahiplerine "neden bir blog açma gereği duydun?" diye sorulduğunda; kimisi "Yapacak başka birşeyi olmadığından" derken, bir diğeri "Hep başkalarını okuyordum, ben de bir tane açayım dedim" diye yanıtlamış. Bir başkası "Alışılmış iletişim araçlarının bize sunduklarının izleyicisi olmaktan sıkılmıştım. Olaylar hakkındaki fikirlerin yaratıcısı kendim olmak istedim" demiş. Bir blog sahibi "Amaç farklı fikir sahiplerine kendini ifade edecek ortam sağlamak" diye düşünürken, bir diğeri "içinde bir mesajla denize atılmış bir şişe gibi birşey" benzetmesi yapmış blog için, "denize atarsın, belki biri bulur, okur ve cevap verir sana".

Okuduklarım içinde en çok ilgimi çeken de şu oldu: daha şimdiden 4 tane kitap basılmış bloglardaki günlüklerden. Bloglar aleminde olduğum şu kısacık sürede benim tanıdıklarım arasında, herhalde yakında kardeşim Bahar da, glutensiz tariflerini kitap haline getirecek. Kim bilir belki birgün aramızdan başka birilerinin daha kitap çıkaracağını duyarız. İtiraf edin ki vardır en azından aklınızın bir köşesinden bu fikrin geçtiği anlar :) Zaman zaman öyle güzel tarifler ve fotoğraflar bir araya gelmişken aslında bunların bir de "elle tutulur" bir ortamda, kalıcı olmasını dilediğimiz anlar...

İsteyenen istediğini yazıp yayınladığı bir ortam da, düşünceyi özgürce ifade edebilmeye diyeceğim yok. Öte yandan, bu özgürlük çerçevesinde (aslında bir çerçeveye bile sığdırmak zor ya..) yazdıklarımızın kimler tarafından okunduğunu denetlememiz de pek fazla mümkün olamıyor tabi ki. Dijital ortamın imkanları nereye kadar bize bilgi verebilir bilemiyorum. Ama bazen hayatıma ait özel bir şeyden söz edecekken, bunu benim hiçbir zaman yüzünü bile göremeyeceğim bir "yabancı" tarafından okunmasının beni çok da rahat hissettirmeyeceğine karar verip yazdığım cümleden vazgeçtiğim de oluyor. Tek endişem, yeni nesil insanların "yüzyüze" iletişimin nasıl birşey olduğunu ancak büyüklerin hayat hikayelerinden bir masal gibi dinledikleri bir ortama dönüşmesi bu gidişin. İnsanların birbirlerinin yüzlerine bakmak yerine, evlerinde bilgisayarın ekranına bakarak, şahsa özel bir el yazısı yerine tek tip karakterlerle yazılan fikirleri okumaları. Utanılacak durumlarda bile, yüzünün kızardığının fark edilmeyeceğini bilmek, tabi ki insanları başka bir yolla söylemeye cesaret edemeyecekleri şeyleri bile rahatlıkla ifade edebilme imkanını sunduğu sürece, müdavimlerinin çoğalarak artacağı apaçık görünmekte.

Tabi, herşeyde olduğu gibi, olumlu ve olumsuz yanları beraberinde getiriyor. İtiraf etmeliyiz ki, bloglar olmasa, hayatımız da daha bir başka olurdu. Belki kimimiz daha çok okuyacaktı, kimimiz daha çok vaktini TV karşısında geçirecekti, kimi daha çok gezecekti. İster istemez bir bağımlılık yarattığı, hayatımıza bir renk ve heyecan kattığı da ortada :) Bugün bloglarda okuduklarımız, hangimizin sonraki gün ne pişireceğini ya da sonraki hafta pazardan neler alacağını etkilemiyor ki? Benim etkiliyor mesela :) İtiraf ediyorum... Ama memnunum bu etkiden, çünkü yepyeni şeyler de öğreniyorum. Hem de öyle deneyimler ki elimdeki kitaplardan ya da burada edinebildiğim dergilerden edinemeyeceğim deneyimler. Özellikle yurt dışında yaşayanlar bunu daha yakından hissederler. Hem oralı hem buralı olursunuz, bazen de ne oralı ne de buralı... Öte yandan "orayı", oralının gözünden daha farklı bir gözle görme şansınız da vardır. Bir Alman mesela, bildiği bir malzemeyi bildiği büyük ihtimalle hep bildiği/ailesinden gördüğü şekilde pişirecektir. Oysa siz, o malzemeyi ilk defa görmüş olsanız bile, ondan daha yaratıcı olabilirsiniz :) Ya eskiden beri bildiğiniz tarifleri, birgün o yeni "şeyi" kullanarak yaparsınız ya da onu alıp bildiklerinizin bir sentezinden yepyeni bir şey çıkartırsınız ortaya. Rus arkadaşımın bamyalara yaptığı gibi :) En azından benim kadar yıldır Yunanistan'da oturan Rus uyruklu arkadaşım birgün bana bamyayı nasıl yaptığımı sormuştu. Rusyada tabi ki bamya yememişti, eşi de Yunanlı olmadığından, Yunanlıların nasıl yaptıklarını görmek de nasip olmamış demek ki... Ben "diğer zeytinyağlılar gibi, bol soğan, domates, bir de limon suyu koyacaksın" diye anlatırken, araya girip "öyle mi, bilmiyordum, ben de yalnız haşlıyordum onları" demez mi!? Bamyanın haşlanmışı nasıl olur düşünmek istemiyorum ama kızcağız ne yapsın, Rusyada bulabildiği sebzeler ya haşlanıyor ya da çorba oluyor.

Bunu inkar edemeyiz ki, bloglar sayesinde, en azından aynı konuya ilgi duyan insanlar birbirinden çok şey öğrenebiliyor. Oturduğumuz yerden, İtalya'da pizzayi nasıl yaptıklarını, Amerikan cheesecake'lerinin nasıl olduğunu, Fas'ta kuskusun, Israil'de falafelin nasıl yapıldığını öğrenebiliyoruz. Özellikle, orada yaşayıp da dilimizi konuşan birisinden öğrenme şansımız varsa... Hem oralı hem buralı olmaktan kastettiğim buydu. Çünkü bir başka gözle kıyaslıyor insan, başka bir kültürde yaşarken, bir başka gözle değerlendirebiliyor. En azından yeni birşey öğrenemese bile, büyük bir ders alıyor: herkesin herşeyi sizin gördüğünüz/bildiğiniz/yaptığınız şekilde yapmadığını anlıyorsunuz. Belki bu "farklılıkları" görmüşlük başka kültürlerde yaşayanların "ufkunu açıyor", tabiri yerindeyse. Çünkü köyünden dışarı çıkmamış insan, diğer köylerde yaşayanların da aynı şeyleri pişirip yediklerini, aynı işleri aynı şekilde yaptıklarını sanacaktır. Halbuki başka köylere gitme imkanı olan başka köylülerin aynı sütten belki bambaşka bir peynir yaptığını görerek hayrete düşecektir, değil mi?

Girit'in nüfusu 500 bini geçmez. Ama, itiraf etmeliyim ki - 2. itiraf mı? :) - İzmir'dekinden daha kozmopolit bir yapısı var. Bunda, Yunanlıyla evli yabancıların hiç de az olmaması bir yana, belli bir yaştan sonra çoluk çocuk ve iş derdi olmayıp da buraya gelip yerleşmiş yabancıların da katkısı büyük. Ben de, Girit'e geleli beri, her çeşit yaştan ve kültürden dostlar edindim. Zaman zaman birlikte yemek yaptığımız da oldu. Avusturyalı bir arkadaşımın domates sosu yapabilmek için, domatesi "rendelediğimde kabukların elimde kalmasına" hayran kalmış, tek bildiği yöntemin domatesleri sıcak suya atarak, kabuklarını soyduktan sonra doğramak olduğunu söylemişti! Ben de evlerinde muhakkak bulunan "rendeyi" bu iş için kullanmayı düşünmemiş olmasına şaşıp kalmıştım. Alman bir arkadaşımın evinde, "çatalla" kızartma yapmaya çalışırken, en sonunda dayanamayıp bir "maşa" istemiştim. Tabi ki evdeki tek maşa, altın kaplı çatal bıçak takımının servis maşasıydı. Onun şaşkın bakışları arasında kızartmaları dağılmadan çevirebilmiştim :)

Hala okumaya devam ediyorsanız :) bu da en son hikayem: Giritte benden çok daha fazla yıldır yaşayan, o da Yunanlıyla evli bir Amerikalı arkadaşımın kızı birgün bize yemeğe gelmişti. O geldiğinde ben hala mutfaktaydım. Laf nasıl döndü dolaştıysa, ya önceki gün ne pişirdiğimden söz ettim ya da sonraki güne ne pişirmeyi planladığımdan. Kızcağız hayrete düşmüş bir şekilde sormuştu: "siz hergün mü yemek yapıyorsunuz?" Siz nasıl yanıtlardınız bu soruyu? :) Biz tabi ki hergün yemek pişiriyoruz ama belli ki onlar pişirmiyorlar (ve ne yazık ki bu kızcağız da kendini öyle bir iş için hiç de sorumlu hissetmeyecek gelecekte. Çünkü anne örneği de öyle değil-miş, ben de öğrenmiş oldum :)

İtiraf ediyorum - 3 oldu! :) - biz, hergün yemek yapıyoruz tabi ki... Ocağımızda, burada yayınladığım tarif sıklığında yemek pişiyor sanmayın. Her pişeni yayınlamıyoruz, çünkü bazı tarifler o kadar çok yapıldı, yazıldı ki... Bazı günler de işte böyle upuzuuuuuuuuuuuun yazıyoruz :)))

Buraya kadar ulaşabildiyseniz, tebrik ederim! Blogtan çıktık yola, vardık hergün yemek yapmaya :) Herkese kucak dolusu sevgiler...

Etiketler: , ,

Pazartesi, Haziran 19, 2006

YE # 11 BALIK - FIRINDA SOMON


Bu benim katıldığım ilk yemek etkinliği olacak.Bu etkinliğin konusunun ailecek çok sevdiğimiz "balık" olması da ayrıca bir heyecan yarattı evimizde :) Geçen etkinlikte de ev sevdiğim meyvelerden biriydi konu ama ben işin acemisiydim, çok yeniydim bloglar aleminde...

Bu balığı, tek başıma yapmadım, itiraf ediyorum :) Somon almıştı Yorgo. Balık somon olunca, ya ızgara ya da fırında olacağı kesindi. (Aman sakın, yağa atıp da kızartmaya kalkmayın somonu, herhalde bir daha somon görmek istemezsiniz sonra.) Fırında balık'tan yola çıktık, Yorgo üstlerine taze zencefil önerdi, seve seve kabul ettim bu teklifi :) Yanına hem fikir olunan patatesler eklendi, benden de üstüne susam fikri! :)
Aslında o kadar kolaydı ki.... bunun nesini 2 kişi yaptınız? diye sormayın :) Biz, sadece mutfağa birlikte girmeyi seviyoruz. Yazın böyle fırsatlar çok olmuyor. Bu kez yakalamışken fırsatı birlikte güzel birşey çıkardık ortaya galiba :)
Fırında, Zencefilli Susamlı Somon için;
  • 3 dilim somon (3 kişi olduğumuzdan, tabi ki Maya'yı da sayıyoruz. Balığa bayılıyor!)
  • 1 parmak kalınlığında bir parça taze zencefilin rendesi
  • 2 limon (1 tanesinin suyu, diğeri dilimlenmiş)
  • 5-6 orta boy patates
  • 1 avuç susam
  • Kekik, tuz, kara biber
  • Patatesler için biraz zeytinyağı - Balığa hiç koymasanız da olur!
Patatesleri boyuna 4'e bölün. Bir kabın içinde tuz, kekik, kara biber ve biraz zeytinyağıyla güzelce karıştırın. Somonları tepsiye yerleştirdikten sonra kalan boşluklara da patatesleri koyun. Somonların üzerine rendelenmiş taze zencefil ekleyip hafifçe ovalayın. 1 limonun suyunu hem balıklara hem patateslere gelecek şekilde gezdirin. Diğer limonu dilimleyip istediğiniz şekilde yerleştirin - Unutmayın ki, limon dilimleri yalnızca göze hitap edecek bir süs değil! Tadına bakmadan sakın ayıklayıp çöpe atmayın onları! En sonunda da, balığınızın üstüne istediğiniz kadar susam serpiştirerek son noktayı koyun. 200 derecede ısıttığınız fırında, balığın yağları iyice eriyinceye kadar pişirin. (Somon çok yağlı bir balık olduğu için, balığı patatesle birlikte fırına atmış olmamız sizi şaşırtmasın. Patates pişinceye kadar somon çabucak pişip de kuruyacak sanmayın. Onu kurutmayacak kadar yağ var katmanları arasında.)
Yanında muhakkak ki bol ekşili, bir salata olsun. Bir de zevkinize göre soğuk bir içki... Afiyet olsun!

Balıktan sonra, "şimdi balığı öldürmek lazım" derdi eskiler... anneanneler, babaanneler, dedeler.
Açık açık "Gönül tatlı istiyor balık bahane" demezler de, böyle ima ederlerdi.
Eh, biz de geleneğe uyduk ve öldürdük balıkları! :)

Son çileklerle çilekli dondurma yapmıştım. Ama bu kez sunumu bambaşka oldu.
Kışın İzmir'deyken, büyük süpermarketlerden birinden almıştım bu, son derece ucuz kalıpları. Onlara ne isim versem bilemedim: Buz lolipop kalıpları dedim :) Çünkü ortaya çıkan dondurma, aynı lolipop gibiydi elinde. Tabi bu işe de en çok Mayacık bayıldı :)

Daha kalıpların dolaptan çıktığını görür görmez, yanımda bitiverdi. Tam fotoğrafı çekecekken de, giriverdi minik bir el kareye :) Olsun, böylesi daha çok hoşuma gitti!

Etiketler: , , , ,

Cumartesi, Haziran 17, 2006

Pembeyle Yeşilin Muhteşem Uyumu

Bamya daha çıkmadı ama koruklar bana onları anımsattı.
Burada bamyayı kıymalı pişirmezler. Bamyayı tavuklu yaparlar ekseriye.
Bahçesinde asması olanlar da limon yerine koruk koyarlar bamyaya.
Geçen gün bir arkadaşımızın bahçesindeki bu renk uyumu karşısında hayranlığımı saklayamadım ve bastım deklanşöre, o anı dondurup size getirebilmek için.
Sonra da bamyayı getirdi aklıma bu görüntü... Bamyanın tavukla ve korukla uyumu...
Çok canımız çektikçe dondurulmuşla hasret gideriyorduk ama anlaşılan özlemişim taze bamyayı.

Çarşamba, Haziran 14, 2006

Kabaklı Omlet (Sfugato) ve Staka


Malum, yine bir çarşamba, yine pazarımız vardı. Havalar ısınmaya başladığından, bu kez sabah erkenden gittik Maya'yla pazara. Burada "akşam üstü serinlikte giderim" lüksümüz yok. Çünkü, "Laiki" denilen pazarlar sabah erkenden kuruluyor, öğlen de en geç 2'de herşey toplanmış oluyor. O yüzden, erken derken, sabah 8'de gidin pazara tıklım tıklım oluyor. İnsanlardan geçemezsiniz. Eğer 1 buçuktan sonraya da kalacak olursanız, artık manavların tezgahını bozmadan önce, üstünde kalan en son 1-2 domatese, 3 bibere kalırsınız.

Burada siesta uygulaması olduğundan söz etmiş miydim, hatırlamıyorum. Siesta, yani öğlen 2-2:30 oldu mu, herkes dükkanını kapatıyor, evine gidiyor, demek. Evinde yemeğini yiyip öğle uykusuna yatıyor, demek. Bu uygulama, büyük süpermarketler dışındaki her dükkan için, üstelik yalnız yaz boyunca değil, yaz-kış geçerli olan bir uygulama. Her gün bu kadarcık çalışıyorlar sanmayın. Çarşamba ve Cumartesi günleri dışında, herkes dükkanını 5'te tekrar açıyor, sonra da 8:30-9:00'a kadar çalışıyor. Bu yüzden de akşam yemeği saatleri 9:30tan sonraya kayıyor. O da ayrı bir mesele benim için...

Dolayısıyla, burada pazarcılar bile siestayı kaçırmıyor görünüyor, değil mi? Pazardan güzel ve en tazesinden birşeyler alabilmek için erken davranmak lazım, anlayacağınız. Biz de öyle yapıyoruz zaten. Hatta pazara erken gitmeye o kadar alışmışız ki kışın İzmir'de bulunduğumuz aylarda, Özkanlar pazarına biraz geç gitsin diye zorla zaptediyorum Yorgo'yu :) Bütün yaz çalıştığı için gidemediğinden acısını İzmir'in pazarlarına gitmekle çıkarıyor. Dayanamayıp sabahın 9'unda (!?) gidiyor ama tabi ki pazarcılar ya daha gelmemiş oluyor ya da tezgahlarını yeni kuruyorlar. Sonra elleri boş eve gelince; "daha hiç birşey yok ya pazarda" diyor :) Türkiye'nin diğer taraflarındaki uygulamayı bilemem ama İzmirde geç kurulup (10dan sonra) sonra da hava kararıncaya kadar devam ediyor pazar yerleri.
Bu hafta pazarda en çok hoşuma gidenler, üstünde çiçekleriyle, daha tüyleri dökülmemiş minik kabaklar, sapsarı mısırlar, kırmızı soğanlar, daha olgunlaşmamış avokadolar ve koca koca yapraklı nanelerdi. Hepsinden de aldık. Ama en çok heyecan yaratan Staka oldu. Tabi ki bir de meyveler... Çileğin hala bitmemiş olmasına çok sevindim. Çünkü yaptığım çilekli dondurmayı hepimiz çok beğenmiştik. Yine aldım, yeni dondurmalar için...
Pazardan döndüğümüzde, karnımız da iyice acıkmıştı. Üstelik dünden de yemeğimiz kalmamıştı. En güzel çözüm bu tazecik kabaklardan, bir kabaklı omlet yapmaktı. Hem de imrendiğim kırmızı soğanlarla naneleri kullanmak için de bir fırsattı ;-)

Girit'e özgü geleneksel lezzetlerden biri olan kabaklı omlet hem çabuk oluyor, hem de çok lezzetli. Giritte yalnızca otlar değil yumurtayla pişirilen, kabağı, patatesi hatta enginarı bile yumurtayla pişiriyor, bu yumurtalı yemeklere de Sfugato diyorlar.
Kabak Sfugato için;
  • 5-6 tane en minik ve tazelerinden Girit kabağı
  • 1 tane kuru soğan
  • 1 tane taze soğan (yalnız kurusu ya da yalnız tazesi de olabilir)
  • 1 tane olgun domates
  • Birkaç dal nane
  • 3 yumurta
  • Zeytinyağı, tuz, kara biber.
(Bu minik koyu yeşil kabaklar, önceden de söylediğim gibi İzmirde Girit kabağı diye satıldığından tarifte de öyle diyorum yoksa kabakların illa ki buradan olması gerekmiyor :))

Kabakları yemeklikten ince halkalar şeklinde doğruyoruz. O kadar tazeydiler ki ben kabuklarını soyup onca vitamini çöpe atmaya kıyamadım. Soğanı da yemeklik doğradıktan sonra, soğanla kabakları birlikte zeytinyağında kavuruyoruz. Önce daha harlı ateşte karıştırarak, biraz rengi değiştikten sonra da kısık ateşte ve kapağını kapayarak. Kabaklar iyice yumuşadığında olgun bir domatesin rendesini ekliyoruz. Suyunu biraz çekince ince doğradığımız naneyi, tuzunu, biberini ve hemen ardından da çırpılmış yumurtayı ekliyoruz. Omletin bir tarafı pişince bir tabak ya da kapak yardımıyla diğer tarafını çevirip pişirirsek, görünüşü de, servisi de çok daha güzel oluyor. İsterseniz peynir rendesi de ekleyebilirsiniz. Domatessiz ya da nanesiz de olabilir. Nane yerine dereotlu da olabilir. Artık versiyonlarını siz zevkinize göre yaratabilirsiniz. Yaz için ideal, hafif ve lezzeti de kabak köftesini sevenleri sevindirecek güzellikte... Yanında da bir domates salatası, hatta belki bir bardak ayran!
(Yazımı okuyanlar arasında Girit kökenliler varsa, mutlaka bu tarifi bilecekler. Giritli Türkler arasında da çok yaygın bir yemek)

Gelelim Staka'ya... O da ne ki? derseniz yanıldınız... Çünkü ben de bilmiyordum bugüne kadar :)
Annem okusaydı bunu: "Eh be kızım, bilmediğin şeyi ne koyarsın sayfana" derdi şimdi :)
Bunca yıldır burada yaşadığım için hiç de ayıplamayın. Çünkü bu ne zaman istesen markete gidip de alınacak birşey değil gerçekten. Hatta ben daha çok Hanya tarafında köylerde yapıldığını duyuyordum. Şimdiye kadar hep adını duymuştum da, almak, tadına bakmak fırsatım olmamıştı. Söyle artık nedir bu? diyorsanız. Ne desem, tereyağı desem, değil, peynir mi deseniz, bence hiç değil, kaymak mı?, yok o da değil, işte böyle birşey STAKA!
Yunan Peynirleri konusunda yaptığı araştırmaları bir PEYNİR kitabında toplayan, kendisi de aslen Giritli olan İlias Mamalakis de ne diyeceğini bilememiş bu Staka için. Şöyle yazıyor kitapta:
"Tek problemim Staka oldu. Peynir midir? Değilse de nedir peki? En iyisi size nasıl yapıldığını anlatayım, siz kendiniz karar verin.
Sütü sağdıktan sonra üstünde biriken taze, çiğ kremayı bir kaç gün boyunca bir yerde biriktirirler. Bir kaba koyup azıcık da tuzlarlar. Yeteri kadar biriktiğinde kısık ateşte ısıtırlar ve biraz arpa unu eklerler. Isının yardımıyla, kremanın yağı ayrışır ve eklenen unla birleşip koyu bir kıvam ve iştah açıcı bir kokuyla birlikte sarımsı da bir renk alır. Daha şeffaf olan tereyağına göre, kremanın içindeki maddelerin ayrışmasıyla oluştuğundan onu taze peynirlerin en lezzetlilerinden biri olarak görüyorum. Pilavlara ve yumurtaya çok yakışır."
Bu yazıdan sonra fotoğrafını çekmek için buzdolabından çıkarınca baktım, tereyağ gibi donmamış, kıvamı süzme yoğurttan da koyu ama sürülebilir bir kıvam yine de. Tadı ise, bence en çok tavada kavurduğunuz tereyağına benziyor. Bu tad da rengi de ısıtılmış olmasından kaynaklanıyor herhalde. Aldığım peynirciye sordum nasıl yenir diye. Ben omlet yaparken tereyağ gibi kullanıldığını duymuştum. Peynirci, gömleğini zorlayan göbeğini gere gere, pek bir heyecanla "ekmeğine sürerek, böyle yenir" diye anlattı bana :)

Etiketler: , , , ,

Pazartesi, Haziran 12, 2006

Enginarlar bitmeden...

Enginarı çok seviyorum. Dolması, pilavı, baklalısı, nasıl olursa olsun... Girit'te yaşayalı beri, taze enginar zamanında salatalarda çiğ yemeye de alıştım, her ne kadar pişmişini hiç birşeye değişmesem de... Ama enginarları sirke ve zeytinyağında saklamayı hiç denememiştim. Geçenlerde, not edip de hiç denemediğim eski tariflerim arasında bunu, taze enginarlar bitmeden bulduğuma pek sevindim. Pazardan da enginar almıştım. Hatta satıcı; "Bunlar son artık. Enginarlar bundan sonra kartlaşacak" diye de bir son uyarıda bulunmuştu.

Dikenli olanlardan almıştım yine. Ahlaya uhlaya, parmaklarıma dikenleri bata bata ayıkladım, 4 tane iri enginarı. Gereken tüm malzemeleri de hazırladım.

4 tane iri enginar için;

1 tatlı kaşığı dolusu tane kara biber
1 tatlı kaşığı dolusu tane pembe biber
1 tatlı kaşığı dolusu tane kişniş
1 yemek kaşığı tuz
4 yaprak defne
1 bardak beyaz şarap
2 bardak üzüm veya elma sirkesi
1 bardak sızma zeytinyağı

(Tarifte birkaç dal arapsaçı ile 1 tane kuru, acı kırmızı biber de vardı. Ama ben koymadım. Birincisini Yorgo hiç sevmez, ikincisi de acı olacak diye ben istemedim, siz deneyebilirsiniz)

Enginarları ayıklayıp, kararmaması için limonla ovarak, işimiz bitinceye kadar da limonlu suyun içinde tutuyoruz. Eğer çok büyükseler 4'e, orta boy iseler 2'ye bölüyoruz. Çelik bir tencerede 1 bardak beyaz şarap ile 1 bardak sirkeyi kaynatıyoruz. Kaynayınca 1 kaşık tuz ekleyip, ayıkladığımız enginarları kaynar suya atıyoruz. Çatal batıncaya kadar haşlıyoruz. Yeterince haşlandığını düşünüyorsak süzüp biraz soğumaları için süzgeçte bırakıyoruz. Bu arada, onlar haşlanırken baharatımızı hazırlıyoruz. Tane kara biber, tane pembe biber ve tane kişnişi havanda dövüyoruz. Burada elektrikli baharat değirmeni yerine havanı tercih etmenizi tavsiye ederim. Çünkü istediğimiz mükemmel övütülmüş baharatlar değil. Öyle olsaydı, toz biber ve kişniş kullanırdık. Halbuki havan kullandığımızda tanelerin hepsi %100 dövülmüyor, bu da bize tane tane biberlerin görünmesiyle hem görsel bir güzellik kazandırıyor, hem de önceden çekilmiş biber yerine o anda dövülenin aroması çok daha keskin ve kalıcı oluyor.

Enginarlar suyu süzülüp iyice soğuduğunda, ağzı sımsıkı kapanan temiz bir kavanoza enginarlardan bir kat yerleştiriyoruz. Sonra kavanozun camıyla enginarlar arasına sıkışacak ve dışarıdan da görünecek şekilde defne yapraklarımızı yerleştiriyoruz. (Ben geçen yaz kendi ellerimle toplamış, yıkamış ve serip kurutmuştum defneleri)
Enginarların üstüne biraz dövülmüş baharattan serpip, tekrar enginarlardan koyuyoruz. Böylece enginarlar ve baharatlar bitince, 1 bardak zeytinyağını ve 1 bardak sirkeyi kavanoza döküp hafifçe çalkalıyoruz. Önemli olan sıvıların enginarları tamamen örtecek seviyeye kadar çıkmış olması. Kullandığınız kavanozun boyutlarına göre eğer enginarlar hala yağın dışında kalıyorsa, biraz daha zeytinyağı dökmeli ve enginarların tamamen yağın içinde kalmasını sağlamalısınız. Bu şekilde buzdolabında 3 haftaya kadar dayandığı yazıyor. Biz henüz tadına bakmadık. Daha bugün yaptığımdan, bir iki gün dinlenmesini ve zeytinyağını iyice çekmesini bekleyeceğim. Bakalım tadı nasıl olacak?

Bugünün eklentisi: Enginarların zeytinyağı içinde buzdolabında muhafaza edileceğini söyledim de, zeytinyağının ideal kıvamına gelebilmesi için, sofraya getirmeden en az 1 saat önce yenilecek kadar enginarın buzdolabından çıkartılıp oda sıcaklığında bekletilmesi gerektiğini hatırlatmayı unuttum. Böylece has zeytinyağının buzdolabında donmaya yüz tutan kıvamıyla karşımıza gelmemiş olur.

Etiketler:

Pazar, Haziran 11, 2006

Izgara Mantar


Geçenlerde Tülin, balığın ardından bu mantarları fırınlayıp güzel bir salata yapmıştı balıkların yanına...
Porto bella dedikleri bu büyük boy mantarlardan almıştık biz de. Ama fırının 6 tanecik mantar için ısınmasını bekleyecek ne halimiz vardı ne de fazla vaktimiz. Alışverişten yeni dönmüş ve çok acıkmıştık. Açlığımızı dindirecek çabucak bir yemek olmalıydı. Böyle durumlarda alel acele yapılan yemekler neden çok başarılı olur? Belki de çok başarılı olmasa bile insan çok acıkmış olduğundan mı çok "tatlı" gelir? Artık hangisi doğru bilinmez. O gün, işte böyle bir tarif çıktı ortaya, biraz da mecburiyetten :)

En önce bir tencere su kaynatıldı, makarna haşlamak için. Ardından da mantarlı sos hazırlandı. Peki ya mantarlar, onlar da zeytinyağlanıp beklediler sıralarını...


Mantarlı Sos için:
  • 1 büyük kuru soğan
  • 4-5 kırmızı, yeşil biber
  • 3-4 olgun domates
  • 2 diş sarmısak
  • Mantarların sapları
  • Zeytinyağı, kara biber, kırmızı biber, tuz.
İnce doğranmış soğanla biberleri zeytinyağında kavurdum. Mantarların saplarını da ince ince halkalar şeklinde doğrayıp tavaya ekledim. İyice kavrulduklarında 2 diş dövülmüş sarmısağı, biraz karıştırdıktan sonra da rendelenmiş olgun domatesleri de ekledim. Çok iyi kavruldukları için domates suyunu çekinceye kadar mantarlar da pişmişti. Tuzunu, karabiberini ekledikten sonra ateşten aldım. Bu arada makarnalarımız da haşlanıyordu.

Sıra geldi sapları koparılmış mantarlara. Onları da ızgarada pişirdik :)

(Yeni evlendiğimizde Bahar'ın bize aldığı ızgarayı ne zamandır kullanmıyorduk.) Bir taraftan ızgara kızarken, ben de mantarları yağladım. Minik bir kasede biraz kara biber, kırmızı biber ve tuzu biraz zeytinyağıyla güzelce karıştıp fırçayla mantarların iki yüzüne de sürdüm. Izgara yeterince ısınınca, mantarları aynı tost yapar gibi ızgarada pişirdim. Çok da çabuk pişiyorlar...

Artık herşey hazırdı. Önce haşanmış makarnalar geldi tabağa. Üstüne domatesli sos döküldü. Kenarına da mantar "burgerler" yerleştirildi. İşte çabucak bir öğle yemeği!
İyi ki Maya'nın mantarlardan yemesini planlamamıştık, onun yemeği vardı. Çünkü baharatını biraz fazla kaçırmıştım. Bizim mantarlar acılı kebap oldu! :)

Etiketler: , , ,

Perşembe, Haziran 08, 2006

Pazarda başka neler vardı neler?

Dünkü pazar maceramızda yalnızca sebzeler, meyveler ve çiçekler yoktu tabi ki...
Muhakkak her halk pazarında olduğu gibi, neredeyse soframıza gelen herşey bulunabilir burada da pazar yerlerinde.
Peynircisiz pazar yeri olur mu, bilemiyorum. Aşağıdaki fotoğraflar da alışveriş yaptığımız peynircilerden birinden.



Solda, Tirozuli...
Sağda, ekşi lor.

Soldaki fotoğraftaki geleneksel bir taze peynir. Adı Tirozuli. Genelikle ev yapımı oluyor çünkü yapılması için peynir mayası bile gerekmiyor. Keçi sütünü (bazen keçi-koyun karışık oluyor) sirke ya da limonla kestirip kalıplarda bekletiyorlar. Taze ve sulu bir peynir olduğu için çok dayanmıyor. Belki de çok iyi tecrübelerim olduğundan bu peyniri çok seviyorum.
Bir dostumuz, köyündeki kendi keçilerinin sütünden karısının yaptığı, buram buram süt kokan peyniri getirmişti, benim sevdiğimi duyunca :) Harikaydı!

Sağdaki peynir de bizdeki tuzlu lordan çok "çökelek" peynirine benziyor, ufak parçalı ve ekşimsi lezzette, börekler için ideal....

Ve işte, Girit'in meşhur gravyer peynirleri... Bunlar benim en sevdiğim peynirler...
Çapı 1 karışı geçmeyen küçük "kafa"lar da var, çapı 2 karıştan büyük olanlar da. Bir "kafa"nın ağırlığının 6 kilodan 25 kiloya kadar çıkabildiğini okudum. Herhalde bu, boyutları hakkında bir fikir vermeye yetecektir.
Sert kabuğunun içindeki peynirin kıvamı da, yumuşak eski kaşar ile İzmir'in yağlı yumuşak tulum peyniri arası birşey. Yalnız İzmir tulumu kadar tuzlu olmayan Girit'in gravyer peynirleri, koyun sütünden yapılıyor. Hem kahvaltıya, hem kızartmaya hem rendeye müsait.

Balıkçılar olmadan olmaz... Balık da sofralardan eksik olmaz.
Ben de Girit'e geleli beri, havasından mı suyundan mı, balığı daha da çok sever oldum. Eskiden çok sık balık yemeye, hele ki ertesi güne kalmış balığa hiç katlanamazdım. Şimdi aradan bir süre geçip de balık yemeyince ben teklif ediyorum almayı da yapmayı da :)

Girit'e özgü 3 geleneksel lezzet bir arada.
Zeytin, tarhana ve üzüm bağlarından yaprak.

Ksinohondros ya da Trahana adıyla anılan tarhana, gördüğünüz gibi Türkiyedeki tarhana kadar ince öğütülmüş değil çünkü unla yapılmıyor. İri öğütülmüş buğday ve ekşimiş sütten yapılıp ya taze olarak yeniliyor ya da böyle iri parçalar halinde güneşte kurutuluyor. Bu parçalar suya girince hemen dağılıyor ve son derece lezzetli ekşimsi bir çorba oluyor. Trahana da tirozuli gibi genellikle ev yapımı olarak açıkta, kiloyla satılıyor pazarlarda.

Bunlar da sözünü etmeyi en sona bıraktıklarım... Çok sevdiğimden filan değil. Tam aksine, yeni lezzetlere o kadar açık ve hevesli olmama rağmen, bu herhalde Girit'e geleli, bunca yıldır yaşayalı beri, tatmaya cesaret edemediğim tek şey belki de. Yalnız cesaret de değil, içimden de en ufak bir istek gelmeyen. Dünyanın başka yerlerinde bir şekilde yiyip de beğenmiş olanlar gücenmesinler ama pek birşey kaybediyormuşum gibi gelmiyor bana. Ne dersiniz?
Onları nasıl pişirdiklerini sormayın? Dedim ya ne yedim, ne pişirdim - çok şükür ki Yorgo da görmeye bile katlanamıyor - yalnızca duyduğum kadarıyla, kızartması da oluyormuş, bulgurlu pilavı da. Size en büyük faydam onları fotoğraflamak olsun.
Bir de Yunanistan'da yalnızca Girit'te yenildiğini bilesiniz. Yunanistan'ın başka yerlerindekiler de şaşıyorlar bu işe :)

Etiketler: ,

Çarşamba, Haziran 07, 2006

Girit'te bir pazar yeri - MEYVELER ve ÇİÇEKLER


Bugün ne tarif var ne de uzun bir yazı... Bugün bol bol renk var, lezzet var karşınızda.
Bugün hep birlikte Girit'te bir pazar yerine gidiyoruz.
Çünkü biz her çarşamba sabahı bu pazardayız, kızımla beraber... Haydi bu hafta hep birlikte!

Girit'in batısında, Hanya ve çevresinde portakal yatiştirildiğinden yaz kış taze portakal suyu eksik olmuyor kahvaltı soframızdan.


Tabi ki karpuzlar da hep bu boyda değil... bunlar yeni çıkanlar, tam da Mayacığın ellerine göre :)


Girit'e ilk geldiğimde baharın sembolü, sıcakların habercisi olan erikle kirazı hiç bir arada göremiyordum. Yalnız kiraz vardı tezgahlarda, yemyeşil erikler hiç yoktu. Bahçesinde erik ağacı olan tadına bakıyordu da erikleri kızarmadan önce pazarda satmak akıllarına mı gelmiyordu? Biri onlara bazı cinslerin yumuşamadan önce yemyeşil, kütür kütür haliyle daha da güzel olduğunu mu söyledi acaba? Bu sene kaçıncıdır erik görüyorum pazarda...
Kırmızı kiraz, yeşil arkadaşına kavuştu :)

Muza annesi kadar çok bayıldığı söylenemez ama çilek Maya'nın favorisi :)
Muzlar da, Girit'in güney doğusunda yetiştirilen yerli muzlar...

Etiketler: , ,

Girit'te bir pazar yeri - SEBZELER



Daha önceki bir yazımda söz etmiştim, bu dikenli enginarlarından Girit'in...

Mayacık da domates seçmeme yardım ediyor, içlerinden birini beğenip sonra bana "bunu aliiim?" diye soruyor :)

İşte bunlar da gerçekten Girit kabakları! :)))

Çocukken acur yalnızca Çeşme'ye gidince yediğimiz birşeydi. Şimdi yazın İzmir pazarlarında da oluyor. Yunanistan'daysa Girit'e özgü birşey... kuzey Yunanistanlılar pek tadını bilmiyor.

Girit otlarıyla meşhur... ama sıcaklar bastırınca otlar da çeşitlilik kalmıyor ne yazık ki...
Bütün yaz ot hasretimizi ancak bu yetiştirme Vlita'larla gideriyoruz.
Sevgili Aybala Yentürk, Yemek ve Kültür dergisindeki otlara dair yazısında Vlita'nın Türkçe karşılığını "Tilki kuyruğu" olarak yazmıştı.

Yaz boyunca beyaz patlıcan da oluyor. Fakat size göstermek için yukarıdakinden daha beyazını bulamadım. Belki bembeyazlar daha sıcaklarda çıkıyor, her ne kadar kararmak(!?) için güneşe ihtiyaçları olmasa da :))

Etiketler: ,