Komşuda pişer bize de düşer

Eskiden evde pişenden yan komşuya tattırmak, sonra da tabağınıza koyulmuş yepyeni bir lezzetle bir gün komşunuzu kapıda buluvermek o kadar da ender bir şey değildi. Tabağınız elimde kapınızı çalıyorum... Bakalım bu size ne kadar tanıdık gelecek, komşuda pişenden size ne düşecek?!...

Pazar, Temmuz 16, 2006

Armiko, tuzlu balık ve mustachudos

İlk defa yıllar önce Eminönü'ndeki Levi Lokantası'nda yemiştik armikoyu ve bu kadar basit malzemeyle ortaya bu kadar lezzetli bir yemek çıkmasına hayret etmiş hatta bu işin sırrının ne olduğunu da merak etmiştik. 1990 yılında çıkan Sefarad Yemekleri kitabında tarifini bulduğumdan beri pek çok kere denedim. (Bu kış İzmir'den aldığım Izmir Sefarad Mutfağı kitabının, kapsamlı bir çalışma olmasına rağmen Armiko'ya yer vermemiş olması ilgimi çekmişti.) Biz çok sevdik bu domates yemeğini . Özellikle yaz aylarında domateslerin iyice olgunlaşıp yemeğe de rengini verdiği şu günlerde deneyin. Ben genellikle pazara gittiğim gün, çatlamaya hazır "yemeklik" domateslerden -hem de uygun fiyata- alıp eve gelir gelmez yapıyorum bu yemeği. Böylece zaten çok dayanmayacak olan olgun domatesler hemen değerlendirilmiş, öğlene de pratik bir yemek yapılmış oluyor. Siz de artık yumuşamış olan domateslerinizi değerlendirebilirsiniz bu tarifle.
Armiko (de tomat)

1,5 kilo çok olgun, kırmızı domates
1 adet kuru soğan
1 kahve fincanı pirinç
1 demet maydanoz (demetten demete fark olabilir, bu kez saydım 25 sap maydanoz koydum)
1 yemek kaşığı domates salçası (Biber salçası da çok yakışıyor, benim Türkiyeden getirdiğim bitti ne yazık ki, koyamadım...)
1 tatlı kaşığı toz şeker
Tuz, karabiber
Zeytinyağı

Not: Kitaptaki tarife göre, ince doğranmış 2 tane dolmalık biber de koyulabilir.

Rendelediğiniz soğanı zeytinyağında kavurun. (Kitaptaki tarifte domatesin çekirdeklerini ayıklıyor, ben tümünü kullanıyorum) Domatesleri rendeleyin. Soğan kavrulduğunda önce biraz suyla sulandırdığınız salçayı, şekeri, tuzu sonra da domatesleri ekleyip tencerenin kapağını kapatın iyice kaynasın. Kaynayınca yıkadığınız pirinci ve çok ince kıyılmış maydanozları ekleyip biraz karıştırın ve kapağını kapatın. (Maydanoz pirinçle birlikte atılmazsa diri kalıyor, aynı zamanda atmanızı tavsiye ederim). Ara sıra kapağı açıp bakmakta ve biraz karıştırmakta fayda var. Domateslerin sululuğuna göre pirince biraz su ilave etmek gerekebilir. Gerekirse ekleyin, biraz karıştırıp pirinçler iyice pişince ateşten alın. Ocaktan aldıktan sonra mümkünse tencereyi soğutmak, en azından kapağını açarak bekletmek lazım ki pişmeye devam edip lapalaşmasın.

Armikonun ideal kıvamı çok ilginç. Pirinçli domates çorbası olamayacak kadar koyu ama domatesli pilav olmak için de sulu kalmış gibi bir kıvamı olmalı. Bu haliyle isterseniz bir meze tabağı gibi ortaya çıkarabilir, isterseniz de etlerin, köftenin hatta balığın yanında servis yapabilirsiniz.

Tuzlu Balık (sardalye)

1 kilo çok taze sardalye
1 kilo kalın tuz
Yarım kilo kadar ince tuz
Yarım litre sirke
Zeytinyağı

Balıkların çok taze olması gerektiğini tekrar vurgulama gereği görüyorum. Çünkü bu balıklar ocakta değil tuzda pişecek! Balıkları güzelce ayıklayıp, kafalarını da kesip temizliyoruz. Sularının süzülmesi için biraz bekliyoruz. Suları süzüldükten sonra, kuru bir süzgecin dibine kalın tuz döküyoruz. Üstüne sardalyeleri sırtları yere, göğüsleri de açık olarak yukarı bakacak şekilde bir sıra diziyoruz.

Balıkların üstüne bir kat kalın tuz, bir kat da ince tuz döküp güzelce yayıyoruz. Aynı işlemi balıklar bitinceye kadar tekrar ediyoruz. Balık + kalın tuz + ince tuz.


En üstünü de kalın ve ince tuzla iyice örtüp süzgecin altına suyunun akabileceği bir tepsi yerleştirip 1 gece bu şekilde bekletiyoruz. Bu süre sonunda balıkların suyunun iyice çekilmesi gerekli ama çok da kuruyup sertleşmemeli.

Tuzdan çıkardığımız balıkları suyun altında güzelce yıkıyoruz ve süzgece koyup iyice sularının süzülmesini sağlıyoruz. Sonra kapaklı cam bir kabın içine dizip üstünü örtecek kadar sirke döküyoruz. Kabın boyuna göre benim verdiğim miktar sirke az ya da çok gelebilir. Önemli olan balıkların hepsinin sirke içinde kalması. 1 saat kadar sirkede bekleyen balıkları süzüp buzdolabında saklayabilir, yemekten biraz önce çıkarıp -fazla tuzlu geliyorsa, isterseniz biraz suda bekletip süzdükten sonra- zeytinyağı dökerek servis yapabilirsiniz.

Musevi mutfağından miras kalan, çok sevdiğim Armiko, Giritli musevileri aklıma düşürdü yine. Girit adasında musevilerin 2000 yıldan fazla bir geçmişi var. Bugün hala bir azınlık var dememizin ne yazık ki mümkün olmadığı adada elle sayılacak kadar az sayıda insan kalmış durumda. Onların da hepsi adaya sonradan yerleşenler. Çünkü ikinci dünya savaşında adada kalan son musevilerin kaderi çok üzücü oluyor. 1944 yılının 9 Haziran sabahı Girit'teki son 265 musevi, Naziler tarafından toplanarak, diğer savaş tutuklularıyla birlikte "Tanais" adındaki gemiye bindirilip yola çıkıyor fakat Tanais bu seferini hiçbir zaman tamamlayamıyor ve Girit'in açıklarında batıyor (/batırılıyor?!). Böylece 2000 yılı aşkın bir geçmişe sahip olan musevi kültürü de yok edilmiş oluyor.
Bugün Hanya'da bulunan Etz Hayyim Sinagogu - Girit adasında tek olmanın ötesinde - o gün yitirilen insanların anısına dikilen bir abide sanki. Bir hayalin belki de imkansızın gerçekleşmesinde, 1944ten beri harap bir halde olan Etz Hayyim Sinagogu'nun 55 yıl sonra restore edilip tekrar açılmasında, en büyük emeği olan Nikos Stavroulakis, çok sevdiğimiz dostumuz, Maya'mızın Niko dedesi, aynı zamanda mükemmel bir aşçı, bir yemek yazarı... (ve bir ressam, bir roman yazarı, o kadar çok yönlü, o kadar çok şey verebilen bir insan ki...) Bence, Girit yemekleri konusundaki kitabı şimdiye kadar yazılmış en kapsamlı ve en tarafsız kitap. (*)

Sevgili dostumuz Nikos Stavroulakis'in Cookbook of the Jews of Greece adlı yemek kitabından geleneksel bir Sefarad tatlısıyla yazımı bitirmek ve kısa bir süre için veda etmek istiyorum.
2 haftalığına Maya'yla birlikte Izmir'e gidiyoruz :) Bu süre içinde büyük ihtimalle yazı yazma fırsatım olmayacak. Maillerimi okumaya çalışırım fakat maillere ve bırakılan notlara cevap vermekte gecikirsem affınıza sığınıyorum. Dönüşte görüşmek üzere...


Mustachudos (Unsuz, glutensiz!)

2 bardak ceviz
1/2 bardak badem
1 bardak şeker
2 tatlı kaşığı tepeleme dolu tarçın
2 yumurta

Cevizleri ve bademleri öğütüyoruz. Yumurta dışındaki tüm malzemeleri güzelce karıştırıyoruz. Ayrı bir kapta yumurtaları iyice çırpıyoruz. Fırını 180 derecede ısıtıyoruz. Cevizli bademli karışıma yumurtaları yavaş yavaş ekleyip tahta bir kaşıkla karıştırıyoruz. Fırın tepsisine yağlı kağıt döşeyip bu karışımdan aralıklı olarak birer yemek kaşığı kadar döküyoruz. Isınmış fırında 20-30 dakika kadar kızarıncaya kadar pişiriyoruz. Niko'nun tavsiyesi, fırından çıkınca üstüne pudra şekeri dökmek. Kaşık ölçünüze bağlı olarak 25-30 tane çıkıyor ve kahveyle çok yakışıyor.

* Ne yazık ki Yunan piyasasında, "Girit Mutfağı" adı altında içeriği boş, yalnızca kar amaçlı ve Osmanlıların adadaki yüzlerce yıllık etkisini yadsıyacak kadar taraflı o kadar çok kitap var ki... bu kitapların eldeki tek kaynaklar sanılarak Türkiye piyasasına da sokulmaya çalışıldığını görmek beni gerçekten üzüyor. Öte yandan Sevgili Nikos Stavroulakis'in, adada her üç kültürün de - Musevi, Müslüman ve Hrıstiyan - birarada yaşadığı dönemde, birbirlerinin mutfak kültürlerine olan etkileri, herbirinin kendi bayramını/yortusunu kutlarken neler yaptıkları gibi detaylara değindiği, Girit'ten ve Türkiye'den mübadillerden derlenmiş ve denenmiş tarifleri içeren kitabı, diğer "turistik" kitaplarla kıyaslanmayacak seviyede. İnşallah, en kısa zamanda kendime biraz daha zaman yaratabilir de Sevgili Niko'nun kitabını Türkçeye kazandırabilirim. Kendisine de söz verdiğim gibi...

Etiketler: , , , , , ,

Perşembe, Temmuz 13, 2006

Peynir yaptık!

Ben de daha önceleri, son kullanma tarihi geçmiş inek sütünü kaynatıp tülbentten süzerek lor kıvamında peynir yapmıştım birkaç kez. Yıllar önce de, Atina'da bir peynirciden ötekine bir dedektif gibi iz sürerek peynir mayalarının nerede satıldığını bulmuş, alıp denemiştik. Fakat satılan bu mayalar çok büyük miktarlarda süt içindi ve evdeki sınırlı kapasitemize göre o mayadan ne kadar az kullanmak gerektiğini pek de tutturamamıştık açıkçası. Ama o gün peynir mayasını aldığımız, anlaşılan kendi peynirinin ustası adamın sözleri hala aklımda:
- Bu öyle birşey ki, diyerek lafa başlamıştı, bir kere kendi yaptığınız has peynirin tadını aldınız mı, bir daha marketten pakette peynir yiyemez olursunuz, ona göre... (Bir uyarı mıydı bu anlamamıştım?!)

Girit çok dağlık olduğundan büyükbaş hayvan yetiştirmeye elverişli değil. Dolayısıyla, yerli halka yetecek miktarda bile üretim olmadığından, pastörize günlük inek sütümüz her sabah gemiyle Atina'dan "ithal" geliyor :) Bir kaç sene öncesine kadar, kışın fırtına olup da gemilere sefer yasağı çıktığında, günlük sütün gelemediği günler az olmadı. (İşte o zaman adada yaşadığını anlıyor insan..) Ama birkaç yıl önce, yerli bir süt üreticisi 1 litrelik kutularda günlük keçi sütünü piyasaya sürünce böyle bir derdimiz kalmadı. Hem her daim bulunan yerli bir ürün hem de bir keçimiz olmadığı sürece asla elde edemeyeceğimiz keçi sütünü güvenle içiyoruz/içiriyoruz artık. Geçen gün düşündüm, keçi sütü alıp peynir yapmaya kalksam. Pazarda satılan peynirlerden söz etmiştim. Koyun-keçi sütünden yapılan, Tirozuli denilen bu peynirler için peynir mayası bile gerekmiyor, diyorlardı. Sonuçta, Yorgo bir arkadaşımızın pastane sahibi abisinin dondurma yapmak için 2 günde 1 toptan keçi sütü aldığını duyar duymaz bize de ısmarlamış. Aynı sabah sağılmış tazecik koyun + keçi sütümüz geldiğinde, tülbentlerimiz, büyük tencere ve kepçemiz, sirkemiz, herşey hazır bekliyorduk...

Bu kadar kolay olacağı aklımızın ucundan bile geçmezdi. Aşama aşama sizlerle de paylaşmak istiyorum. Eğer imakanınız varsa, mutlaka deneyin!

Önce gerekli malzemeler:
  • 10 litre keçi/koyun sütü
  • Yarım bardak üzüm sirkesi
  • İki avuç kadar deniz tuzu
  • 10 litre sütün kaynayabileceği büyüklükte bir tencere,
  • Bu tencerede rahatlıkla karıştırabileceğiniz kadar uzun saplı bir kepçe
  • Delikli kepçe
  • Büyükçe bir parça tülbent
  • Münkünse bir peynir sepeti/kalıbı (biz plastik kalıp kullandık, geleneksel hasır sepetler de var)
Hepsi bu!
* 10 litre sütü tenceremize alıp kısık ateşte yavaş yavaş ısıtıyoruz ki birden dibi tutmasın. Sütü kaynayıncaya kadar ısıtacağız. (Peynir mayası ile peynir yapmaktan en büyük farkı bu, çünkü maya ne de olsa canlı bir organizma olduğu için kaynamaya gelmiyor ve sütü yalnızca belli bir dereceye kadar ısıtmak konusunda daha dikkatli olmak gerekiyor)

* Sütün kaynamasını beklerken tuzu, sirkeyi ve peynir kalıplarının içine tülbentleri hazırlıyoruz.
Tülbentleri yerleştirdikten sonra kalıbın içini de hafifçe tuzluyoruz.
* Süt kaynadığında yarım bardak sirkeyi yavaş yavaş karıştırarak döküyoruz. Ocağı ve tencerenin kapağını kapatıyoruz. Çok değil, 5 dakika kadar tencereye dokunmuyoruz.

* Evet, 5 dakika sonra kapağını açtığımızda, delikli kepçeyle sütün nasıl kesildiğini görebiliyoruz.
* Kalıbımızı suyu süzülebilecek bir yere -mesela lavabonun içine - koyup, delikli kepçeyle aldığımız süt kesiklerini (başka nasıl denir ki bunlara?) biraz süzdükten sonra kalıbımıza döküyoruz ve hafifçe tuzluyoruz. Püf noktası, kalıba dökülenleri iyice bastırıp arada hava kalmamasını sağlamakmış.

* Aynı işlemi kalıbımız doluncaya kadar tekrar ediyoruz. Süt kesiklerini döküp, biraz sıkıştırıp sonra da hafifçe tuzluyoruz. Kalıbımız dolunca tülbentle üstünü örtüp serin bir yerde, kalıbın altından suyu süzülebilecek şekilde bekletiyoruz.

* Ertesi gün kalıbı ters çevirip peynirimizi çıkardığımızda böyle oluyor! :)

* Bu da pazar günü yapılan peynirin bugünkü hali! O günden beri üstü tülbentle örtülü olarak balkonda üstüne güneş vurmayan bir köşede bekliyordu. Bekledikçe dışı kuruyor, kabuğu sertleşiyor, evdekiler de onu yemek için sabırsızlanıyor :)

Bugün tadına baktık artık. hiç fena değildi doğrusu. Beklediğimden lezzetli, belki biraz fazla tuzluydu. Kıvamı deri tulum değil de, daha çok teneke tulum gibiydi. Ama deliksizi ve daha kar beyazı.

Biz bu işi çok sevdik! Yeni sütümüzü ısmarladık bile! Kesinlikle tavsiye ederim...

Etiketler: , ,

Pazartesi, Temmuz 10, 2006

Pazar keyfimiz


Havalar ısınalı çok oldu Girit'te. Ama temmuz ayı sıcakla birlikte öyle bir rüzgar da getirdi ki, geçen pazar gününe kadar ne balkona çıkıp oturabildik ne de denize gidebildik. bu daha ne kadar böyle sürecek diye söylenmeye başlamıştık ki pazar günü rüzgar kesildi. Gerçi esseydi mi daha iyiydi hiç esmese mi, o da tartışılır ama en azından balkonumuza çıkıp keyifli bir pazar öğle yemeği yiyebildik.

Menümüz zengindi bu kez. Evde hazır mezeler ve salatalar olunca, sofra bir çırpıda nasıl da donanıyor değil mi? O gün tazecik otlarla minik minik kabakları haşlamıştım sabahtan. Son anda da soyalı köfteler kızardı. Fırında pişmiş dolmalarımız önceki gündendi. Bir de közlenmiş biberlerle süslenmiş geleneksel bir balık mezesi olan Skordalya ise dünkü balığımıza eşlik etmişti, bugün sofraya getirmeden bir değişiklik yapalım diyerek ev yapımı kaparilerimizden ilk defa açıp bir kaç kaşık üstüne ekledik. Mmmm.... doğrusunu söylemek gerekirse, kapariler çok başarılı olmuştu! Maya da bu sene ilk kez tattı kapariyi ve öyle görünüyor ki çok da sevdi. Ben konuşurken benim tabağımdakileri aşırıyordu :)

Skordalya, aslında sarmısak ve sirke katılmış bir patates püresinden ibaret. Patatesleri aynı püre yapar gibi ezdikten sonra - gerçekten ölçülü yapmıyorum- damak zevkinize göre sarmısak ve kokusunu hissedecek ama ağzınızı da yakmayacak kadar da sirke ekleyecek bu malzemeleri iyice karıştırıyorsunuz. Tuzunu kontrol edip azıcık da zeytinyağı ilavesiyle Skordalyanız hazır. Balığın yanında nefis bir meze, çok yakışıyor. Çok da pratik ve her zaman el altında olan malzemelerle değişik bir meze yapabilmek için ideal bence. (Varsa, kapariyle süslemek de harika bir uyum yarattı doğrusu)

Soframızda "Giritli olmayan" tek tabağımız, Soyalı köftelerimiz de geçen günkü tofumuzun artanından. Bizim evin Tofu ustası Yorgo'dur. Vakit bulduğunda soyalarını sabahtan suya koyar, sonra mutfağa bir kapanır, hiç kimse ona karışsın istemez. Tangır tungur sesler, uğraşlar sonunda, koca bir kalıp tofu çıkar ortaya. Et yemediği için kendine bulduğu mükemmel alternatifi, tofuyu o yapar, ben de kalan posasından köfteleri. Geçenlerde Bahar da Sankidergi'de çıkan yazısını yayınlamış; hem Tofu'nun tarifini, hem de tofu yapımından sonra artan posasını değerlendirmek için soya köftesi tarifini vermişti. İşte o tarifle yaptım ben de.

Ve tabi ki bir Girit sofrasının olmazsa olmazı otlar! Yaz aylarında ot çeşitleri azalıyor. Ancak Vlita (Tilki kuyruğu) ile ot hasretimizi gideriyoruz, kış aylarında çeşit çeşit otlara kovuşuncaya kadar. Vlitadan daha önce, pazar ile ilgili yazımda da söz etmiştim. Artık yetiştirme Vlitaların da pazarda satıldığından. Bizimkiler, bir arkadaşımızın yıllar önce ektiği vlitaların yere düşen tohumlarından her sene aynı yerden tekrar tekrar biten yenileri. Tazecik gelmişti. Hemen haşlanıp, yemyeşil süslediler soframızı. Tek gereken bol limon ve zeytinyağı.
Bir de minik minik kabakçıklar almıştık pazardan. Onları da aynı suda haşladık. Yine bol limon ve zeytinyağı yeterli. Onlar da öbür köşenin yeşil güzelleri :)

Denizden gelen hafif bir esintinin eşliğinde güzel bir öğle yemeği yedik. Mayacık hangisinden yiyeceğini bilemedi :)

Dün çok güzel başka birşey daha yaptık ama onu da bir sonraki yazıma saklıyorum....

Etiketler: , , , , , ,

Pazar, Temmuz 02, 2006

Çocuklara herşeyi öğretmeli

Çocuklara herşeyi öğretmemiz gerektiğine inanıyorum. "Herşey" derken; bu, etrafımızda hergün gördüğümüz en basit şeyleri de içerebilmeli bence. Hergün yediğimiz ekmek, soyup doğradığımız soğan, pazardan alıp dilimlediğimiz karpuz, bir çiçeğe konmuş arı, bir kelebeğin kanadı veya bir köpek yavrusunun minik patileri de olabilir. Bazı şeyleri biz, büyükler o kadar kanıksamışızdır ki sanki çocuklarımızın da aynı şeylerin zaten farkında oldukları yanılgısına düşeriz bazen.. ya da daha büyük yanılgıya düşüp, anlatsak da onların bizi "anlamayacağını" sanırız... ve çok yanılırız tabi ki!

Halbuki - bunu her geçen gün daha çok büyüyen, daha çok şey öğrenen ve dünyayı daha iyi anlayan kendi kızımda da görüyorum ki - çocuklar, sandığımız gibi yaşları gereği söylediklerimizi anlayamayacak kapasitede değil, tam tersine onlara ne verirsek almaya hazır, hatta her yeni bilgiye "aç" bir halde beklemektedirler. Öğrendikleri her yeni şey onlar için bu yepyeni dünyayı öğrenip anlamaya bir adım daha yaklaşmak demektir, yeni bir bilgiyle açılan yepyeni bir kapı, yeni ufuklar demektir. Öyle çok şey var ki etraflarında öğrenmek ve anlamak için.

Çocuklara "aman canım çocuktur, o ne anlar!" diye bir yaklaşımla yanaşmak bence çocuk büyütürken yapılabilecek en büyük hatadır. Aksine, o küçücük "can"ı da kendi kendini hergün yaratmak için çabalayan bir kişilik olarak görmek, işleri her iki taraf için de kolaylaştıracaktır. Hem çocuk kendinin gerçek anlamda "adam yerine konmasından" büyük keyif alacaktır, hem de onu yetiştirmek/geliştirmek/hayat yolunda elinden tutmak gibi gerçekten kutsal bir görevi üstlenmiş kişi, karşısında muhtaç ve aciz bir yavru yerine, kendi ayakları üstünde basmaya çabalayan, sadece fiziksel gücü bir noktaya kadar (şimdilik) sınırlı olan, küçük bir insanla birlikte olmanın keyfine varacaktır.

Çocuklara ne öğretmemiz gerektiğini bize öğretecek kılavuz kitaplara da gerek yok aslında. Sadece gözümüzü açtığımız her yeni güne başlarken biraz daha dikkatli olmak, ertafımızın farkında olmak yeterli. O gün ne yapıyorsak, ne alacaksak, ne pişirip ne yiyeceksek, işte bunların hepsi de birer yeni malzemedir çocuğumuz için.

Balkondaki saksıya ektiğimiz domates fidelerinin çiçeklerinden minik domatesler olacağını kızıma bir kere söylemem yetti. O şimdi, heyecanla yiyeceği ilk domatesin kızarmasını bekliyor. Aldığımız dondurulmuş tane mısırların aslında nasıl bir koçana dizili olduğunu görmek onu çok heyecanlandırdı. Balıkların nasıl kaygan olduğu, fesleğenin yapraklarına dokununca mis gibi koktuğu, karabiberin hapşırttığı, kahvenin yalnızca anne-babaların içebileceği kadar acı olduğunu kendi gözleriyle, elleriyle, diliyle ve burnuyla anladı!
Birgün buzdolabına koymadan önce, buz kalıbına doldurduğumu gördüğü, hatta dokunduğu suyun birkaç saat sonra hatırlayıp da tekrar baktığımızda nasıl kaskatı ve (çok soğuk!!) bir buz olduğunu yine minik parmağını dokundurarak anlamıştı. Şimdi arada sırada bana "anne, buz yapalım mı?" diye soruyor :)

Taze fasulye ayıklarken çocukları kendinizden uzak tutmak, tanelerle kabukları birbirine karıştırmamalarını sağlamak neredeyse imkansız değil mi? Siz ona/onlara "uzak dur şimdi, elleme, sen karışma!" dedikçe daha da cazipleşen bu işe bırakın karışsınlar... en fazla birkaç fasulyeyi feda edersiniz, ama bir de bakarsınız ki en sevdiği oyuncak bile onu böylesine hiç sesini çıkarmadan, meşgul etmeyi başaramamıştır. Özellikle içi iri tanelerle dolu, hafiften aralanmış bir kaç fasulyeyi önüne koyun da bakın, taneleri içinden çıkarabilmek için azimle uğraşacaktır.

Aslında etrafımızda, hele ki mutfakta öyle çok renk, öyle çok koku, öyle çok tat ve bir o kadar da ilginç fiziksel olaylar var ki... Kırılan yumurtanın içinden çıkan sarısı bir sürpriz gibi onları şaşırtırken, omlet yapmak için yumurtaları çatalla çırpıp köpük köpük yaptığımı görmek de ayrıca hayrete düşürüyor. Ben çırptığım kaseyi alıp, içindekini rahatça görebilmesi için onun seviyesinde tutuyorum hep.

Ben elimden geldiği kadar kokuyu ve lezzeti tattırıyorum kızıma. Mutfakta yanıma geldiğinde o sırada ne yapıyorsam... Limonun ekşisini, burnuna dayadığım tarçın kavanozunun mis kokusunu böyle öğrendi benim kızım. Soda şişesinden bardağa doldurduğum sodadaki baloncuklar, temizlendikten sonra kenarda bekleyen balıklar, su dolu bir tasın içinde yüzen çilekler eğlencesi oldu onun :)

Çocukluğu Belçika'da geçmiş Yunanlı bir arkadaşım yıllar önce birgün, Belçika'daki anaokulu çocuklarıyla ilgili birşey anlatmıştı. Aradan yıllar geçmesine rağmen hiç unutmadım bunu:
Belçika'daki anaokulu çocuklarına, yiyeceklerin ana malzemelerini ne kadar tanıdıklarını tespit etmek için bir test uyguluyorlarmış. Bu testin kapsamında, her çocuğa "bir balık" çizmesi söylenmiş. Çocukların neredeyse hepsi kağıt üzerine "kare" veya "dikdörtgen" şekiller çizmişler. Araştırma sonuçları göstermiş ki çocukların tabaklarında gördükleri yegane "balık" (!?) annelerinin arada sırada kızarttığı "balık kroket"ten ibaretmiş.

Bunu duyduğumda bana hiç de komik gelmemiş, hatta o çocukların balığı yalnızca bu şekilde tanıdıklarını düşünmek çok acı gelmişti diyebilirim. Belki de o gün bu anlatılandan öyle çok etkilenmiştim ki, - o zaman daha çocuğum olmasa dahi - karar vermiştim bir gün olacak çocuğuma balıkların "kare" olmadığını öğretmeye, en azından resmini çizebilecek kadar balığın gerçeğini görmesi, tanıması için elimden geleni yapmaya.
Benim kızım da; sebzeli pilavlarda, salataların üstünde gördüğü tane mısırların -konserve kutularında ya da dondurulmuş olarak- hep böyle tane tane varolduklarını sanmasın diye, pazarda mısır koçanlarını görür görmez, önce elimize alıp ne olduklarını anlattım. Sonra aldık, evimize getirip pişirdik. Düdüklü tencerede 10 dakikada hazırdılar. Bu arada pişen köftelerinin yanında bayıla bayıla yedi Mayacık. Hem de mısır tanelerinin bu koçanlarda "boncuk boncuk" dizili olduğunu biliyordu artık.

Etiketler: ,