Komşuda pişer bize de düşer

Eskiden evde pişenden yan komşuya tattırmak, sonra da tabağınıza koyulmuş yepyeni bir lezzetle bir gün komşunuzu kapıda buluvermek o kadar da ender bir şey değildi. Tabağınız elimde kapınızı çalıyorum... Bakalım bu size ne kadar tanıdık gelecek, komşuda pişenden size ne düşecek?!...

Perşembe, Ağustos 31, 2006

Kalbim İzmir'de kaldı...

Yıllardır çektiği ağrılarına ilaçların artık deva olmayacağını anlayan doktorlar, annemin ameliyatına ne yazık ki biz Girit'ten döndükten 3 hafta sonra karar verdiler. Orada olmayı çok isterdim ama tekrar gidebilme imkanım yok. Çok şükür ki benim yerime, elinden gelenin en iyisini yapacağından emin olduğum kardeşim Bahar orada, annemin yanında olacak. Tek tessellim bu...
Orada, annemin yanında olamamamın yüreğime getirdiği ezikliği hafifletmek için uğraşıyorum günlerdir. Kızıma sarılıyorum bol bol... Günler sonra blogumu güncelledim, güzel mailler, yorumlar aldım. Dostlarımla birlikte oldum. Her gün yatıyorum kalkıyorum, yürüyorum, okuyorum, yemek yapıyorum ama aklımda hep aynı düşünce; yanında olmayı çok istediğim annem.
Biraz önce Bahar arayıp, annemin ameliyata girdiğini söyledi. Herşeyin yolunda gitmesini ve bir an önce iyileşmesini dilemekten başka şey gelmiyor elimden...
Böyle durumlarda anlıyor insan, uzakta olmanın ne kadar zor olduğunu...
Bir kuş gibi uçup gidebilseydim...

İnşallah herşey daha iyi olacak...

Cuma, Ağustos 25, 2006

"Herşey zamanında kolyoz Ağustos'da"


Yunanca'da böyle bir deyim var: herşey zamanında kolyoz Ağustosta. Şarkı bile olmuş ama ben dinlemedim hiç şarkısını. En azından Ağustosu ucundan yakalayıp ikincidir yediğimiz kolyozu bu kez mideye inmeden fotoğrafını çekip yayınlayayım dedim. Zira Ağustos ne zaman geldi de geçti inanın hiç anlayamadım bu sene.

Herşeyin zamanında olması gerektiği bizde de söylenir. Tabi bu "zamanında" deyimi son derece göreceli bir şey. Kimine göre "zamanında" evlenmek 25i bulmadan evlenmek anlamına gelse de, kimine göre bu fikri içine sindirebilmek 30lu yaşlarını bulur. Kimi erken yaşta çocuk sahibi olmanın "zamanında" bir karar olduğunu savunur, kimilerinin de -benim gibi- "artık şimdi zamanı" dediğinde herkes ümidini zaten kesmiş olur :) Dolayısıyla birşeyleri "zamanında" yapmak/olmak/öğrenmek iyi de bu "zaman" meselesi yine herkesin kendi anlayışına, görüşüne göre değişiyor demek... Zamanında öğrenmek, deyince aklıma yıllar önce katıldığım bir Yunanca kursunda tanıştığım 50li yaşlarındaki Adile Hanım geldi. Ben o zamanlar Yorgo'yla nişanlıyken İzmirde bir Yunanca kursu açıldığını duyar duymaz katılmıştım. Ne de olsa müstakbel eşimin ana diliydi Yunanca, öğrenmek lazımdı. Benim yaşlarımda bir kız arkadaş daha vardı. O da Bodrumdaki balıkçılardan o kadar çok duyuyordu ki artık bu dili anlamasa olmayacaktı. Bir de zamanında biraz Antik Yunanca öğrendiğinden, bize durmadan "bunun Antik Yunancası da şudur" şeklinde yorumlar yapan genç bir bey vardı. Bir de Adile Hanım. "O yaşında n'apacak bu kadıncağız Yunancayı" diyenlere inatla, yalnızca bu dili duymayı ve (şarkıları) dinlemeyi çok sevdiği için katılmıştı kursa. En parlak notları alamasa da, gayet iyi gidiyordu.
- Eh, benim öğrenmem sizin kadar çabuk ve kolay olmuyor, herşey zamanında yapılmalı, ben biraz geç kaldım, diyordu.
"Herşey zamanında" deyimi şimdi bana onun yıllar önce söylediği bu sözleri anımsattı. Yıllardır görmediğim bir dostumu hatırlamış oldum. İnşallah iyi ve sağlıklıdır eski dostum, Adile Teyzem.

Gelelim Türklerin KolyoZ, Yunanlıların KolyoS dediği balığa. (Nedense Yunancadan alınan bazı kelimelerin sonlarındaki S Türkçe'de Z olmuş; maydanoZ, kolyoZ, ıstakoZ, istavroZ gibi...)

Kolyoz denizlerimizde Ağustos'ta bollaşır, üstelik bu dönemde kıyılara iyice yanaşırmış. Genellikle aralarındaki çok ufak farklılıklardan dolayı uskumruyla karıştırılan kolyozun gözleri uskumrudan biraz daha küçük, vücudu da daha ince uzun olurmuş. (-muş diyorum çünkü ben bu ufak(?) farkları ayırt edemiyorum :> Boyları genellikle 30 santimi geçmemekle birlikte boyu 60 cm.i, ağırlığı da 3,5 kiloyu bulanlar da olurmuş! Ama bizi bu dev boylar ilgilendirmiyor şimdi :)
Bizim elimizdeyse şunlar var;
  • 5 tane orta boy kolyoz var (2şer büyüklere, 1 de yavruya diye hesaplanmış olarak)
  • 2 tane büyük olgun domates
  • 1-2 diş sarmısak
  • 1 tatlı kaşığı şeker
  • Zeytinyağı
  • Tuz, kara biber
  • 5-6 dal maydanoz ve/veya nane (isteğe bağlı)
  • Biraz da patates (tarifte yoktu bizim tercihimizdi)
Fırınımızı 220 derecede ısıtıyoruz. Kolyozları ayıklayıp yıkadıktan sonra, kafalarını kesiyoruz. Balıkları karnından aşağıya kadar kesip açarak fileto haline getiriyoruz.
Domatesleri halka halka doğrayıp, suyunu bir kapta biriktiriyoruz. Sarmısakları dövüyoruz.
Balıkları yağlanmış tepsiye açık karınları tepsiye gelecek şekilde diziyoruz. Domateslerin suyunu biriktirdiğimiz kapta, sarmısak, şeker ve tuzu karıştırarak balıkların üstüne gezdirdikten sonra -istiyorsak ince doğranmış maydanozu da serpiştirdikten sonra- domates dilimlerini sıralıyoruz. En son da üstüne yeteri kadar zeytinyağı gezdiriyoruz. Balıkları fırında yaklaşık 30 dakika pişiriyoruz. Geriye bir tek, taze çekilmiş karabiber kalıyor. O da fırından çıkar çıkmaz ekleniyor. (Eğer nane de eklemek istiyorsak, ince doğranmış naneyi de balığı fırından çıkardıktan sonra üstüne serpiştiriyoruz) Yanında güzel bir beyaz şarapla afiyetle yiyoruz.

(Eee, nerde pişmişi kolyozların diyecek olursanız... Üzgünüm benim de aklıma geldiğinde fotoğrafını çekmek için artık çok geçti, tabaklarda kolyozdan çok, kolyoz kalıntıları kalmıştı.
"Anne, acıktım!" diyerek peşimde dolaşan ve balığın fırından çıkmasını zor bekleyen Mayacık bacaklarımın dibindeyken alelacele salataları yapıp öyle hızla oturmuştuk ki sofraya, benim kolyoz projesi sekteye uğramış, son fotoğrafran mahrum kalmıştı, n'apalım... Bir dahaki sefere diyerek en azından kolyozu Ağustos bitmeden yetiştireyim :)

Yanında en güzel mevsimini yaşayan domateslerden, acur, biber ve soğandan oluşan bol limonlu ve zeytinyağlı bir salata.
Bir de, benim her zaman danıştığım Turhan Baytop'un Türkçe Bitki Adları Sözlüğünde Türkçesini "Deniz Teresi" diye bulduğum, burada Kritamo adıyla bilinen harika kokulu birşey daha vardı soframızda. Bunları yaz başında deniz kıyısındaki kayalıklardan toplayıp getirmişti Yorgo. Onların aynı kaparileri ve dağ sümbüllerini yaptığımız gibi, biraz haşladıktan sonra süzüp salamurasını yaptık. Birkaç ay bekledikten sonra yenilmeye hazırdı. Tadına bakalı çok oldu ama yazmaya fırsatım olmamıştı. Bugün de balığın yanına çok yakıştı doğrusu...

Arkadaşların yorumları sonucu eklenti:
Latincesi Crithmum maritimum olan Kritamo'nun, Türkiye'de Kaya Koruğu adıyla bilindiğini öğrenmiş oldum. Başka Kaya koruğu fotoğrafları için şu linki veriyorum.

Etiketler: , , , , ,

Perşembe, Ağustos 17, 2006

Toprak Ana

Dünyada milyarlarca insan, milyarlarca da hayat var. Dünyanın bir yanında savaş, açlık ve ölüm kol gezerken öte yanda bolluktan ve gerekli gereksiz tüketim alışkanlığından çöplere atılanlar. Hep düşünürüm çöpe atılacağına yiyeceğimizden fazlasını, bir lokma ekmek bile bulamadığı için açlıktan ölen insanlara ulaştırabilmenin bir yolu olsaydı keşke, diye. Bilen varsa söylesin...
Çöpe atılan onca yiyecek bir yana, bir de toprakta, organik çöpler kadar çabuk "erimeyenler" var ki onlar da başlı başına koca bir problem! Milyarlarca insanız, dedik. Bir düşünün hergün her bir insanın yiyip, içerek, okuyarak, yıkanarak, çamaşırını ve bulaşığını yıkayarak tükettiklerini... ve bütün bu işlerden geride kalanları. Ne kadar çok plastik, ne çok kağıt, bir o kadar da metal ve camın atıldığını. Çıkan egzoz gazları, atık sulardaki deterjanlar, ilaçlar, dökülen petrol de cabası.

(En çok da atılan cama acıyorum. Öyle zor elde ediliyor ki, camın kıymetini bilmiyoruz yeterince! En çok da depozitosuz şişelere kızıyorum. Çünkü bir yerde depozito mecbur ediyor insanları o şişeleri geri döndürmeye. Ama depozitosu olmayınca, bitince çöpe atıveriyorlar. İzmir'de çalıştığım şirkette, bir karton kutu koyup depozitosuz şişeleri oraya atmaları için teşvik ediyor, kutu dolunca da şişeleri bir torbaya doldurup şişe kumbaralarına atıyordum. Tabi bu proje fazla destek görmediğinden uzun sürmemişti :(

Denize atılan 1 tek plastik şişenin 450 yılda kaybolduğunu okuduğumda, inanın, dehşete düşmüştüm. 1 tek plastik şişe 450 yılda yok oluyorsa, denizlerimizde hala yüzecek yer bulabildiğimiz için, demek ki biz ve birkaç yüzyıllık nesiller hala şanslıyız. Tabi ki ne biz ne de şimdi bilinçlendirmeye çalıştığımız çocuklarımız göremeyecek bu gidişatın neye varacağını ama sonraki nesillere daha ileriyi gören bir bilinç miras bırakmak bizim elimizde.

Halbuki atılmak yerine, geri kazandırmak bir alışkanlık haline gelebilseydi, hem ekonomik açıdan kazançlı hem de çevre dostu bir davranış olurdu. (İzmir Belediyesi'nin başlattığı geri dönüşüm için toplama projesinin hala devam ettiğini görmek İzmir'deyken sevindirmişti beni. Annemin balkondaki dönüşüm kutusu bir dolup bir boşalıyordu :)

Her ne kadar biz doğanın kıymetini bilmesek de, doğa bize karşı hiç nankör değil. Boşuna denmemiş ona "Toprak Ana" diye... gerçekten de bir anne gibi her zaman her koşulda vermeye (beslemeye) hazırdır Toprak Ana. İsterse dünyanın öbür ucunda kıyamet kopsun, doğaya ve toprağa yapılabileceklerin en kötüsü yapılsın, yine de küsmez bize, toprağa kendiliğinden düşen bir tohum bile bir an önce çatlayıp da filizlenmek için sabırsızlanır. Yeter ki bir damlacık suyu görsün. Tek isteği budur bizden. Tohumu bağrına bastınız mı toprak ananın gerisini fazla düşünmeye gerek yok. Emeğiniz karşılıksız kalmaz, dallardan sarkan kırmızı domatesler, yemyeşil biberler ya da yattığı yerde "semirmiş" kabaklarla ödüllendirilirsiniz :)

Geçenlerde biz de Toprak Ana'yla içiçe bir öğleden sonra geçirdik. Bir arkadaşımız yurtdışında olduğu süre içinde, kendi çabaları ve çapalarıyla yarattığı minik sebze bahçesini bize emanet etmişti. Gidip sebzelerden toplamamızı, yoksa boşa gideceğini söyledi. Zaten bu bahçenin sebzelerinden ilk yiyişimiz değildi, sağolsun ne zaman toplayacak olsa, hep Yorgo'yu da yanına alır birlikte giderlerdi. (O, bize Dağ sümbüllerini nasıl bulacağımızı ve nasıl toplanacağını öğretmişti biz de ona kaparinin nasıl yapıldığını. Şimdi de birlikte peynir mucizesini keşfettik :)

Maya için son derece değişik bir gündü tabi ki... sanki benim için değil miydi ki?! O daha 2,5 yaşında dalından domates kopardıysa, ben kim bilir ilk defa kaç yaşımda koparmıştım?! En çok da minik domateslere bayıldı Mayacığım. En kırmızılarını seçip doldurdu minik avuçlarını :)

- Anne, bak ne büüüyüüüüüük!

Bunlar da bamya çiçekleri... Sanki bamyaları için değil de çiçekleri için dikilecek kadar güzeller değil mi?
Bu da hepimizi hayrete düşürecek kadar değişik bir örümcek... Girit'te bütün örümcekler böyle sanmayın :) İlk kez gördük böylesini...

Zeytin ağaçlarının altında da Ege'de Tilki kuyruğu diye bilinen Vlita'lar ekiliydi. Biz onları toplarken Maya da yemyeşil, minik zeytin taneleriyle meşguldu. Torbalarımıza doldurduğumuz tazecik sebzelerden öte, o gün soluduğumuz temiz hava, dokunduğumuz toprak, otların veutu kekiklerin mis kokusu kar kaldı yanımıza... Arkadaşımız sağolsun!

Etiketler: , ,

Salı, Ağustos 15, 2006

Kader ve savaş üzerine

Bir aşağıdaki 10 günlük kadersiz bebeğe bakıyorum. Bir de daha aşağıda, tek derdi eğlenmek olan kendi çocuklarımıza. Kader dediğimiz şey bu olsa gerek, diyorum. İnsan kaderini belirleyebiliyor mu ki? Belki bir derece. Okuyup okumaması, hangi mesleği seçeceği insanın elinde çoğu(!?) zaman. Ama nerede doğacağını, nasıl bir aileye doğacağını seçebilir mi insan? İşte burada kaderin rolü başlıyor bence. Bazıları bazı fırsatları belki baştan kaybediyor. Bazıları da şanslarıyla doğuyor. Doğduğu toprakların zenginliği, iklimi, güneşin yüzünü ne kadar gördüğü bile - farkında olmasak da - birer etken hayatımızda. Kuzeyli bir insanın ruh hali ve hayata bakışı, bir güneyliyle aynı olmuyor. Şehirde doğan bebekle bir dağ köyünde doğan da öyle. Hayatı boyunca savaşlara, büyük yokluklara tanık olmak hiç kimsenin tercihi olmazdı elbet. Peki ya doğuştan sakat doğan bebekler. Böyle bir kaderin anlamınıysa ben şimdiye kadar çözebilmiş değilim.

Olmayacak sebeplerden savaşlar çıkıyor. Aşağıdaki gibi minicik yavrular, ufacık canlar yitip gidiyor. Daha kendilerine ne olduğunu anlayacak yaşa varamadan... Elimizden ağlamak ve lanet okumaktan başka birşey gelmiyor. Birşeyleri değiştirebilmek tahminimizden de büyük güçler gerektiriyor çünkü. Bizi aşıyor, yalnız seyirci bırakıyor. Ateşkeş, barış sözlerini duyunca, gözyaşlarımızı silip etrafımıza bakıyoruz şaşkın şaşkın, acaba bu söylenenler doğru mu diye... Nereye kadar sürer, verilen sözler ne kadar tutulur, meçhul.

Savaşı çocuklara anlatmaya olanak yok, tabi. Hele ki sebeplerini izah edebilmek imkansız. Kızıma anlatmaya çalışsam, o en basit soruyu sorar diye korkuyorum.
- Anne, ama NEDEN? , dese... ne derim ki... nasıl yanıtlarım ki... sanki ben biliyorum neden bu savaşlar...
İnsanların neden birbirini öldürdüğünü izah etmek zor, çok zor... kalbi saf duygularla dolu bir çocuğun aklının alamayacağı kadar karmaşık, tarifi zor ve insanlık ötesi. Zaten ölümü daha tanımıyor ki... tanıdığında, bunun bir insanın elinde oyuncak olabileceğini de öğrenecek birgün elbet. Şimdilik elimden tek gelen, dünyadaki bütün çocukların kendisi kadar şanslı olmadığını anlatmaya çalışmak ona. Sanmasın ki herşey böyle güllük gülistanlık. Sanmasın ki sahip olduğu herşeye dünyaki her çocuk da sahip. Zaman zaman söylüyorum: dünyada yiyecek ekmeği bile olmayan çocukların olduğunu. Onların seninki gibi çeşit çeşit oyuncakları, bebekleri, renk renk kitapları yok, diyorum. Sessiz sessiz düşünüyor. Ne kadarını anlayabiliyor, nasıl canlandırıyor minicik beyninde, bilmiyorum. Ama söylenen hiçbir sözün boşa gitmediğine inanıyorum. Aklının bir köşesinde dursun. Bugün olmazsa yarın işine yarar, diyorum. Böyle bir dünyanın varlığına birgün tanık olduğunda, annem bana anlatmıştı, diye düşünür, belki şaşkınlığı ve uğrayacağı dehşet biraz olsun hafifler. Çünkü daha bilmediği öyle adaletsiz yanları var ki bu dünyanın. Hangi birini anlatsam, hangisini söylesem. Nasılsa birgün gelip öğrenecek. O zamana kadar dünyayı kendi tanıyabildiği ve bizim ona anlatabildiğimiz kadarıyla hayal edecek.

Etiketler: ,

Pazartesi, Ağustos 14, 2006


Hiç birşey yazamıyorum.... Ne diyebilirim ki.....
Ben de bir anneyim............. benim de bir evladım var.....................................
..............................
Elimden hiç birşey gelmiyor.......

Perşembe, Ağustos 10, 2006

Lemoncello ile tekrar merhaba!

Döneli 1 hafta oluyor. Yokluğumda bırakılan notlara bir cevap yazmak dışında fırsatım olmadı bir türlü sayfamı güncelleştirmek için. Malum döndükten sonra, hayatına bıraktığın yerden devam ediyor insan. Yine de uyum sağlamak birkaç gününü alıyor. Her evin kendine göre bir düzeni, bir ritmi var çünkü. Şehirlerin de öyle değil mi sanki. Ben yine aynı ben'im ama İzmir'deki düzen bir başka oluyor, burada Girit'teki düzen bir başka. Yol yorgunluğumuzu atıp, girişteki çantaları da boşaltıp yerleştirdikten sonra, bizimle gelenlerle de artan çamaşırlar ve evdeki birkaç eksik için yapılması gereken günlük alışveriş dışında sanki hiç gitmemişiz gibi devam ediyordu işte hayat! Ev, beklediğimden daha derli toplu kalmış, Mayacık 2 haftadır görmediği oyuncaklarıyla hasret gidererek uzun bir süre kendi kendine oyalanmıştı. Vardığımız gün hazır yemek bulmak güzeldi elbette :) Ama derler ya, hazıra dağ dayanmaz. Yemek yapmak yine günlük hayatın bir gereği haline gelmişti. Zor da gelmedi açıkçası, çünkü İzmir'de pek de mutfağa sokmamıştı beni annem :)
* Güzel suratlardan en kirloş olanı benimki :)

İzmir... Güzel geçti 2 hafta. Sayılı gün olunca, ister 2 hafta olsun ister 2 ay, bir de bakarsın geçivermiş onca gün. Az şey yapmadık yine de... Tadını en çok da Maya çıkardı. Zaten öyle olsun istemedik mi? Bahar'ın fıstıkları, sevgili kuzenleri Elif'le Yağmur'un İstanbul'dan anneanneye gideceklerini duyduğumuz günden itibaren planlamıştık bu seyahati. 3 kuzen bir arada harika günler geçirdiler :) Her sabah parka, ayrıca Fuar'a, lunaparka, Kordon'a, Karşıyaka'ya gittik. Kordon'da fayton sefasından tutun da Konak meydanında kuşlara yem atmaya, oradan vapurla Karşıyaka'ya geçmeye kadar pek çok değişik tecrübe minik kızların minicik hayatları için...
Sınırlı zaman zarfında yetiştirebildiğimiz kadar arkadaşımızı gördük. Çok istesek de bir türlü görüşemediklerimize de bir dahaki sefere görüşme sözü vererek, 200den fazla fotoğraf, 2 saatlik video ve babasına anlatmak üzere not ettiğimiz, Maya'nın yeni marifetleri ve de sözleri, bir sürü de anıyı yanımızda getirdik. Bazı şeyleri hala hatırlayıp da anlatıyoruz...

Tebdili mekanda bereket var, derler ya.. Ben buna inanıyorum. Gerçi bizim mekan değişikliğimiz hep Türkiye-Yunanistan arasında olsa da, birinde yaşarken diğerine gitmek bir tadımlık da olsa, canlılık getiriyor hayatına insanın. Tazeleniyor sanki insan. Birşeyleri tekrar hatırlıyor. 2 yıldır yazın gitmediğimden neredeyse İzmir'in yazını unutacaktım. Gerçi Girit'e döndüğümüzde de daha farklı bir hava beklemiyordu bizi. Sıcak aynı sıcak... arada sırada çıkan hafiften bir esinti de olmasa, katlanılması iyice zorlaşan yaz günler. Bu sıcak günlerde içimizi serinletecek birşey vardı ki, ayrılmadan önce yapıp atmıştım buzdolabına. Yeteri kadar beklemişti. Lemoncello aslında bir Yunan tarifi değil, limon aromalı bir İtalyan likörü. Ben ilk kez denedim ve beğendim.

Lemoncello için;
  • 8 limonun kabuğu (bize yalnız kabukları lazım, limonlar yine size kalıyor :)
  • 1 litre kaliteli votka
  • 900 gr. toz şeker
  • 1,5 litre içme suyu
Limonları -mümkünse fırçayla- bir güzel temizliyoruz. Kabuklarını elma soyar gibi soyuyoruz. Bu kabukları büyük bir kavanoza koyup üstüne votkayı döküyoruz. Kavanozu en azından 5 gün, dilerseniz 1 hafta buzdolabında bekletiyoruz.
1 hafta sonra, buzdolabından alıp süzerek içindeki limon kabuklarını atıyoruz. Diğer yanda şekerle suyu karıştırıp 5 dakika kaynatarak koyu olmayan bir şurup elde ediyoruz. Şurubu soğuttup, limon aromalı votkamızla karıştırıyoruz. Bu karışımın da buzdolabında en azından 10 gün beklemesi öneriliyor. Bizimkini tam ayrılmadan önce yapıp buzdolabına koymuştum. Dönünceye kadar 15 gün beklemiş oldu. Belki de daha iyi oldu. Limon tadı içine öyle işlemişti ki alkol tadını neredeyse tamamen bastırmış, beklediğimden daha tatlı, içimi çok hoş olmuştu. Benim gibi votkanın düşkünü değilseniz bile, yaz günleri için limon aromasıyla ferahlatıcı bir içecek!

Etiketler: , ,