Komşuda pişer bize de düşer

Eskiden evde pişenden yan komşuya tattırmak, sonra da tabağınıza koyulmuş yepyeni bir lezzetle bir gün komşunuzu kapıda buluvermek o kadar da ender bir şey değildi. Tabağınız elimde kapınızı çalıyorum... Bakalım bu size ne kadar tanıdık gelecek, komşuda pişenden size ne düşecek?!...

Cumartesi, Eylül 29, 2007

Ben neleri sevmem ki...

Sevgili arkadaşım Sevgi beni bir oyuna davet etti. En çok sevdiğim şeyleri sordu.

Mayacığımın, sevgilimin ve ailemin kalbimde apayrı bir yerleri olduğu tartışmasız. Onların dışında, ben neleri seviyorum, diye günlerdir düşünüyorum da karar veremiyorum; neleri sevdiğime değil de hangi birini yazacağıma karar veremiyorum. Hayatı dolu dolu yaşamayı, birgün arkamda bir iz bırakabilecek kadar da faydalı olabilmeyi, etrafımdaki canlı olan herşeyi seviyorum. Ama bazı şeyler vardır ki görmek bile mutluluk verir insana.
İşte ben en çok bunları severim:



* Siyahın beyazla, müslümanın hristiyanla, budistin hinduyla, doğulunun batılıyla, kuzeylinin güneyliyle el ele, kol kola, omuz omuza olmasını, biraraya gelmesini ve her çeşit birlikteliğini çok severim!

Ne yazık ki dünyada hala varolan ırkçılığa, milliyetçiliğe rağmen; ırk, din, dil, renk ve kültür farkı gözetmeden, birbirini tutan ellerden mucizevi bir enerji aktığına ve gerçek barışın onların avuçlarının içinde olduğuna inanırım :)



* İnsanların istedikleri, inandıkları ve başarabilecek yeteneğe sahip oldukları birşey uğruna CESARET göstermelerini çok severim!

"Etraf ne der, toplum ne der, ailem ne der" endişeleriyle başkaları uğruna, kendi isteklerini, inkar edilmez yeteneklerini ve en acısı da sevgilerini bastıran insanlar için çok üzülürüm. İnandığı şey uğruna herşeyi göze alanları da ayakta alkışlarım!

* Canlı olan herşeyi severim. Ama bunların içinde bazıları var ki...
Ben en çok ÇOCUKLARI, HAYVANLARI ve AĞAÇLARI severim!



Dünyanın her yerindeki, her renkten çocuğu severim.







Çünkü masumdur onlar...
önyargısız, savunmasız...
muhtaçtırlar size; sevginize, besleyip korumanıza...
Bazen bir bardak suya, bir lokma ekmeğe, bazen de sıcacık bir kucağa muhtaç.
Çocuk olsun, hayvan olsun, hatta ormanda bir ağaç olsun; hepsi aynı şansa sahip değiller.





Çok sayıda zulme uğrayanı var. Direnme güçleri de yok. Bir çocuğun, bir hayvancağızın ya da koskoca cüssesine rağmen bir ağacın savunmasızlığını düşünün. Bazen bir tokat, bir kurşun, bazen de bir tanecik kibrit ya da bir balta darbesi hayatlarının sonu olabilir. Onların canı acıdığında içim sızlıyor.
Çünkü ben dünyadaki bütün çocukları, bütün hayvanları ve bütün ağaçları severim.

(Galiba bir tek kısa yazmayı sevmiyorum :))

Aynı oyuna ben de 3 kişiyi davet etmek istiyorum.
Ne zamandır yazmadıkları için belki tekrar yazmalarına vesile olabilmem ümidi ile;
* beni blog dünyasıyla tanıştıran, canım kardeşim Bahar'ı,
* sessizliğini bozması ümidiyle Tülin'i,
* ve Sevgili Tata'yı.

Etiketler: , , , , , ,

Çarşamba, Eylül 26, 2007

Yaz 2007 festivalinin ardından...


Okunmuş gazeteleri ve Maya'nın -yeni hobisi- kağıt makasıyla her bir resmini kesip çıkardığı dergileri toparlayıp kağıt çöpüne atarken, belediyenin festival kataloğu geçti elime. Bir yaz da böyle geçti onun da işi bitti derken, önceki festivallerden farklı olarak bu yaz yaşanan özel bir şeyi paylaşmak istedim.

Her yaz başında başlayan festival, Eylül sonuna kadar sürüyor. Çoğunluğu belediyenin açıkhava tiyatrosunda, bazen de şehrin meydanlarında düzenlenen çeşit çeşit gösterilerle yaz akşamları renkleniyor. Bu festivale her yıl yerli ve yabancı pekçok sanatçı katılıyor. Bu sene Yunan Tiyatrosuna doyduğum bir festival oldu benim için. Ama bu seneki festivali daha özel yapan bu değildi. Çeşitli tiyatro ve konserlerin yanısıra her sene çok fazla sayıda olmasa da değişik ülkelerden geleneksel danslarıyla katılanlar da oluyordu. Bu sene ilk kez Türkiye'den de bir ekibin katılması ayrı bir tat kattı. Öyle ki onları izlerken, sahnedekilerin heyecanını mı yoksa seyircilerin çoşkusunu mu yaşayacağımı bilemedim :) Seyirci koltuğunda otursam da gördüklerim ve duyduklarım benim için o kadar tanıdık, o kadar bildikti ki her tınısını yanımda oturanlardan daha bir başka hissettim. Gösteri sonundaki çoşkulu alkışlar da sana bana sunulmuş gibi sevindim :) Bilmiyorum ilk kez böyle birşey oldu, belki de ondan fazlasıyla etkilendim...
Bu seneki İraklio Yaz Festivali'nde;
Ukrayna'dan,
Bulgaristan'dan,
Romanya'dan
ve Türkiye'den Halk Dansları Toplulukları vardı.

"Göbek" dansları ve arabesk makamda çalınan "Love Story" ile bir aşk hikayesini anlatan dansçılar herkesi gülmekten kırdı geçirdi, en çok alkışı da onlar topladı!

Müziklerinde geleneksel ve bir o kadar da yurtdışında tanınmış motifleri seçmişlerdi.

En çok hoşuma giden de, festivali sunan belediye görevlisinin sözleri oldu.
Türkiye'den katılan ekip sıralamada en sonda görünüyordu. Gece ilerledikçe çeşitli sebeplerden ayrılmaya başlayanlar oldukça, her sahneye çıkışında şöyle söylüyordu:
-Lütfen gitmeyin, en sonda en güzeli var!
Gösteri sonrasında böyle bir girişimde bulundukları ve Türkiye'yi de davet ettikleri için tebrik ettiğimde, yanındaki Yunanlı dostlarına
- Dediğim kadar vardı di mi? Müthiş değil miydiler!? diyordu :)

Gösteri bitip de tiyatrodan çıkarken, önümde arkamda giden insanlar Türk ekibinin ne kadar başarılı olduğunu konuşuyorlardı. İşte böyle durumlarda dil bilmek çok hoşuma gidiyor ama çooook! :)

Etiketler: ,

Cumartesi, Eylül 22, 2007

İraklio'dan manzaralar - 2


İraklio turumuza devam ediyoruz...

Daha önce sözünü ettiğim küçük limandan şehir merkezine gitmek için; limanı, "Kule"yi ve balıkçı teknelerini arkamıza alıp yokuş yukarı yürümemiz gerekiyor. Çünkü ne yazık ki İraklio'da şehrin merkezi biraz denize sırtını dönmüş durumda. Üstelik deniz seviyesinden de yukarda. Tam merkezdeyseniz denizi ender noktalardan görebilirsiniz. Ama kokusunu her an her yerde hissedersiniz tabi ki...

Bu bina, Girit'te 450 yıl süren Venedik dönemine(1211-1669) ait eserlerden birisi. Zamanında ekonomik ve politik meselelerin tartışıldığı "Asiller Locası" imiş. Bugunkü bina, çeşitli sebeplerden dolayı yıkılanların ardından 1628 yılında Frangisko Morozini tarafından inşa ettirilmiş. Şu anda belediye binası olarak kullanılmakta. Resmi nikahlar da belediyede kıyıldığı için, Girit'e gelmişken evlenmeye karar veren turist çiftleri avlusunda görmek her an mümkün :)

"Aslanlı Çeşme" (ya da Morozini Çeşmesi) yine Morozini'nin emriyle, Loca ile aynı yıllarda inşa edilmiş. İstanbul'da Taksim, İzmir'de Gündoğdu meydanı neyse İraklio'da da Aslanlı Çeşme odur; herkes randevusunu orada verir, zaman gelir birilerini bekleyen insanlar yan yana dizilir. Nasıl olduysa oldukça tenha yakalayabilmişim :) Çünkü bu meydan günün her saati hareketlidir.

Aslanlı Çeşme'yi geride bırakarak ilerlerken, evimize giden yolun üstünde çarşı vardır. Burasını da İzmir'in Kestane Pazarı'na, İstanbul'un Mısır Çarşısı'na benzetirim.

Çünkü burada baharatçılar, manavlar, eski bir şekerci, peynirciler, kasaplar, hediyelik eşya satan dükkanlar, turistik tişort-seramik-sandalet dükkanları, birkaç geleneksel kahve(hane) (kafeterya değil!) ve bir iki tane de lokanta bulunur.


Çarşının çıkışındaki bu eski şadırvan Osmanlı dönemine ait.Osmanlılar 1669-1898 yılları arasında 230 yıl hüküm sürmüşler Girit'te. Adada, o döneme ait camiler, çeşmeler, hamamlar var. Ne yazık ki İraklio, merkezi konumundan dolayı 2. Dünya savaşında bombalardan nasibini en çok alan şehir olmuş. Şehir neredeyse sil baştan inşa edildiği için geçmişe dönük çok fazla esere sahip değil. Hanya ve Resmo'da kiliseden camiye dönüştürülmüş ya da baştan cami olarak inşa edilmiş eserler olmasına rağmen İraklio'da hiç cami ve hamam bulunmuyor.

Osmanlılar, bir kiliseden camiye çevirdikleri ve Valide Sultan adını verdikleri caminin yanına bu gördüğünüz şadırvanı inşa etmişler. Depremler ve ardından gelen savaşlarla yıkılan cami ne yazık ki bugün yok. Şadırvan da geleneksel bir kahvehane olarak işletiliyor. Bugün bu bölge hala "Valide Camii" adıyla anılıyor. (Buraya ilk geldiğimde beni şaşırtan olaylardan biri olmuştu bu. Ortada cami yokken böyle anılması garip gelmişti :)

Şadırvanın duvarındaki bir Osmanlı yazıtı. "Ne yazık ki Osmanlıca bilmiyorum... Belki okuyabilenler bana yardımcı olabilirler" demiştim. Geçen gün bırakılan bir not beni çok mutlu etti. Sevgili okurum Tijen Hanım notunda bu yazının ne anlama geldiğini bizim için söylemiş:
"ve minel mai külli şeyin hayy, yazıyor.Bu 'şüphesiz herşeye sudan hayat verdik' mealinde bir ayet (enbiya suresi 30.ayet)"
Böylece hepimiz öğrenmiş olduk :)
(Yukarıdaki Osmanlı yazıtı ile aşağıdaki heykelin fotoğrafı Yorgo'ya ait)


Yunanistan'da her şehrin onu koruyan bir azizi olduğuna inanılıyor. İraklio'nun koruyucu azizi de Ayos Minas. Bu da Ayos Minas'ın adına inşa edilmiş şehrin en büyük kilisesi. Önündeki meydanda toplanan güvercinleri ekmekle beslemek Maya'cığımın en büyük zevki. Bu sene kuşlara olan sevgisini bir aşama daha ilerletip, hiç korkmadan onları eliyle yakalayıp sevmeye başladı cimcime :)

İraklio kadar gelip de Knosos'u ziyaret etmeden gitmek olmaz tabi ki...

İraklio'nun 6 km. güneyinde bulunan Knosos sarayı, 4500 yıl önce Girit'te hüküm süren Minos Uygarlığının adadaki 4 sarayından en büyüğü (1000den fazla odası, ayrıca depoları varmış). Bugünkü hali tamamen Arthur Evans tarafından tasarlanıp restore edilmiş hali. Adını "saray" duyup da Dolmabahçe gibi bir saray bekleyenlerin büyük hayal kırıklığına uğradıkları bir yer :)
4000 yıllık bir geçmişi olduğunu akıllardan çıkarmamak gerekir.

Knosos'taki duvar fresklerinden biri... Orjinal freskler İraklio Arkeoloji Müzesi'nde bulunuyor.

İşte böyle bir diyar burası...

Etiketler: ,

Çarşamba, Eylül 19, 2007

Freddo 'nun fendi Frape'yi yendi!


İraklio'dan başka fotoğraflara geçmeden önce, annemlerin de bu kez geldiklerinde tanıştıkları bir lezzetten söz etmek istiyorum. Belki bu yazıyı yazın en sıcak günlerinde yazmak uygun düşerdi ama o günlerde sıcağın verdiği miskinlikten hergün yaptığımız birşey hakkında bile yazı yazmak zor geliyordu, doğrusu.
Şimdi bu satırları okuduğunuzda, yaşadığınız yerlerde Eylül nasıl geçer, havalar nasıldır bilemiyorum ama buralarda hala sıcak... hala soğuk şeyler içmek hoş geliyor.
Gerçi Yunanistan'da her zaman her yerde her mevsim soğuk şeyler içiliyor.

Rehber olarak turistlerden gelen her çeşit soruyla, tepkiyle ve yorumla karşılaşan Yorgo'ya Türk turistlerden gelen en büyük yakınma genellikle şu:
"Yorgo Bey, burada herşey iyi, çok güzel de.... çay yok burada, çay!"
Yorgo'nun da cevabı belli:
"Çay yok çünkü burada sıcak şeyler içilmiyor, her zaman soğuk şeyler içiliyor. Türkiye'de yaz kış sıcak çay içiliyor. Buradaysa çay ancak hasta olunduğunda içiliyor" (Turistler buna inanmakta güçlük çekiyor!!?!) (* Turistlerden gelen başka ilginç sorular :)) *)

Gerçekten de Nescafe'yle yapılan soğuk Frape'yi ne kadar pazarlamaya çalıştılarsa da Türkiye de bir türlü tutunamadı, en sıcak bölgelerde bile bir bardak demli çayın karşısında rakip olamadı. Türkiye nasıl çaysız olamazsa, Yunanistan'ı da Frape'siz düşünmek imkansız! "Yunanistan'ın milli içeceği nedir?" diye sorsalar, ben hiç düşünmeden "Frape!" derdim.

Çünkü sanıldığı gibi burada herkes uzo içmez. En azından Girit'te yerli şarap ve bira daha yaygındır. Ama popülerlikte bunları geride bırakan yegane içecek Frape'dir. Çünkü Frape, Yunanistan'ın -en turistiğinden dağ köyüne kadar- her yerinde, -sabahın köründen geceye kadar- her zaman, her şekilde her çeşit bardağın içinde görmek mümkündür. Bankaya gidersiniz memurun Frape'si vardır, pazardaki pazarcının da. Otobüse binersiniz otobüs şoförünün yanında içmediği zamanlarda Frape'sini koyması için bir halkası vardır. Gençler içer, yaşlılar içer, papazlar içer :)

En ucuz yollu Frape için, bir küçük şişe soğuk su, bir de aynı poşet içinde plastik bardağı, kahvesi, şekeri ve pipeti olan pratik paketlerden biri yeter! Bu işin "en fakir usulü"; işçilerin tercihidir, ucuzdur. (Buraya fotoğrafını ekleyeceğim!!!)

Bir de şehrin havalı bir kafeteryasında oturup, upuzun cam bardaklarda, yarısına kadar köpük dolu, bol buzlu, ister şekerli ister sade, ister kremalı ister dondurmalı olarak önünüze gelen ve aheste aheste içimi adeta bir keyif felsefesi yaratan "havalı" olanı vardır ki bu keyfin bedeli -nerede içtiğinize doğrudan bağlı olarak- 2€ dan başlayıp 4e hatta daha da fazlaya mal olabilir.

Frapeyi ilk defa 1993de Yunanistan'ı ilk ziyaretimde Girit'te içmiş ve o gece gözlerimi kırpmamış, sabaha karşı yatakta dönüp durmaktan yorgun halde uyuyakalmıştım :) Ben zaten oldum olası nescafeyi sevmem. Tadı da kokusu da bana kendimi aldatıyorum gibi gelir. Herhalde hayatımda en çok nescafeyi İzmir'de çalıştığım günlerde mecburiyetten içmiştim. Çünkü biz "nes" kahveyle yetinirken kahve makinasındaki "has" kahve yalnızca müdürümüze aitti. (Ne adaletsizlik!) Dupduru sıcak suya attığım granül kahveyi suyun rengini bulandırsın diye karıştırırken, makinadan burnuma gelen mis gibi "gerçek" kahve kokusunu içime çeker, bol da süt eklerdim ki, tadını bastırsın...

Ama Frape öyle değil işte. Nescafeden yapılmış da olsa, o üstünde sönmek bilmeyen köpüğüyle bir başka havası var. Çırpılmakla ya da shaker ile çalkalamakla oluşan kalın köpüğün içinde adeta ayakta duran genellikle renkli bir pipeti var. Soğuk kahvenin yanısıra muhabbet uzayıp gittikçe uzun bardağın içinde dizili buzları bu pipetle aheste aheste karıştırması var. Herşeyden de önemlisi Frape'yi içmenin bir adabı :) bir de “süresi” var! Usulünü bilmeyenler hemen belli olur, “yabancı” olduğunuzun sinyalini verir etrafa :) Benim ilk yıllarda yaptığım gibi Frape'nizi hüp diye 3-4 çekişte bitiriverdiniz mi, “ne çabuk içtiniz!” diye size hayretle bakakalırlar *8) Bazen de turistlere “ara sıra pipetle karıştırmanız gerekir” dersiniz ve bakarsınız ki hepsi birden aynı hareketi durmadan yaparlar; elleri pipette sürekli karıştırırlar ama sürekli :)

Gelelim işin iç yüzüne... havalıdır, keyiflidir de, yine de nes'tendir, kimyasallıdır ve işlenmiştir (Kahvesi az koyulmuş olursa da fecidir!) Bu yüzden yıllardır giremez evimize, ne de dışarda sipariş listemize. Özellikle çarpıntılarımın çok sık olduğu dönemde kalp doktorunun “kahveyi azalt, içeceksen de Türk kahvesi ya da filtre iç” tavsiyesi büyük rol oynar. Kahveye “Türk kahvesi” demesi bile sözlerini ciddiye almamda etkendir :) (Bknz: Yunanistan'da “Türk” Kahvesi hakkında önceki yazım) Ardından hamilelikle birlikte kahvelerin tüm çeşitlerine veda edilir -sonsuza dek değil tabi ;) Ardında da emzirme derken yıllardır evimizde yoktur.

Ama burası Yunanistan, dedim ya yazın soğuk birşeyler içmeden de olmaz! Meyve suları tatlı olur, kolalıları biz içmeyiz, portakal suyu kahvaltıya yakışır. Hem insanın canı ille de kafein isterse n'olur? İşte o zaman Freddo yetişir imdadımıza! Frape'den çok daha yenidir kendisi :) Belki de benim gibi hem bu zevkten mahrum kalmayıp hem de “has” kahve tadından mahrum kalmak istemeyenlerin keşfidir. Uzun lafın kısası, kendisi bildik espresso kahvenin buzlusu ve uzun bardakta gelenidir :) Kahve kahve kokan, istendiği sertlikte yapılan, ister krema ister kremşanti eklenip lezzetine lezzet katılandır.

Bazen canınız öylesine kahve ister ama oturup içecek vaktiniz yoktur. O zaman Frape'nizi plastik bardakta alır gidersiniz ;)

Arkadaşlarla biraraya gelip arada sırada bir kahve keyfi yapmanın da tadı başkadır...
En iyi haber de; bir blender'ınız varsa, evde de yapılır! Öyle her seferinde dışarda 3-4 € vermeye gerek kalmaz :)

Espresso makinanızda her zaman yaptığınız gibi; her zaman kullandığınız kahveyle kişi sayısı kadar fincan espresso pişirin.

Mis gibi kokan, okkalı bir fincan espressonuz olunca, sıra blender'ınızda...

Blender'ınıza her kişi için en azından 3 küp buz atın.

Espresso kahvenizi blender'daki buzların üstüne boşaltın.

Blender'ınızı varsa "buz kırma" modunda, yoksa hızlı modunda çalıştırın.

Buzlar kırılıp kahve-buz karışımı köpük köpük olduğunda durdurun.

Bardağınıza boşaltın.

Boşalttığınız anda köpük köpük ve bembeyaz iken...

Biraz beklediğinizde köpüğü yukarıda, kahvesi aşağıda kalacaktır. İsterseniz biraz süt veya süt kreması ekleyebilirsiniz. Bir pipet koyup tadını çıkartın!

Have an Ice day! :)

İlginç Frape linkleri:
Frape Nation
Frape nasıl keşfedildi?
Italians make good espresso, Greeks make good Frape

Etiketler: , , ,